2025 sinemasına ileride nasıl bakılacağı üzerine spekülasyon yapmak kolay değil, ama şimdiden net olan bir şey var: Paul Thomas Anderson’un One Battle After Another’ı ile Ari Aster’ın Eddington’ı aynı yılın politik histerisini, komplo kültürünü ve şiddet estetiğini iki farklı uçtan işleyen filmler olarak birbirini yankılıyor. İlk bakışta biri devrimci aksiyon-komedi, diğeri pandeminin ortasında küçük bir kasaba gerilimi gibi görünse de, aslında her ikisi de günümüz Amerika’sının grotesk yüzüne bakıyor.
Eddington, Joaquin Phoenix ve Pedro Pascal’ın karşı karşıya geldiği New Mexico kasabasında, pandemiyle birlikte büyüyen yalnızlık, komplo teorileri ve büyük teknoloji şirketlerinin nüfuzunu karanlık bir kabusa çeviriyor. Emma Stone’un canlandırdığı Louise karakteri internet üzerinden örgütlenen bir tarikatın ağına düşerken, kasaba halkı da QAnon benzeri paranoyaların kıskacına giriyor. Bunun karşısında One Battle After Another, Anderson’un alışılmadık biçimde yüksek bütçeli ve aksiyon yüklü sahneleriyle, devrimci grup French 75’in dağılmasından yıllar sonra yeniden patlayan bir isyanı anlatıyor. Sean Penn’in canlandırdığı grotesk kötücül figür Albay Lockjaw’un beyaz üstünlükçü bir tarikatla kurduğu ilişki, filmdeki siyasi hicvin en çarpıcı yanlarından biri.
Her iki filmde de sokaklara taşan protestolar, dışarıdan gelen provokatörlerle daha da şiddetli bir hal alıyor. Eddington’da görünmez güçlerin yönlendirdiği kargaşa, One Battle After Another’da Lockjaw’un kişisel takıntısıyla birleşerek kenti kaosa sürüklüyor. İki yönetmen de erkeklik kaygısıyla beslenen şiddeti merkeze alıyor; Phoenix’in Şerif Cross’u da, Penn’in Lockjaw’u da güçsüzlüklerini zulümle telafi etmeye çalışan, sonunda grotesk bir şekilde çöken karakterler.
Anderson’un filmi, finalde Chase Infiniti’nin canlandırdığı Willa’nın devrimci mirası devralmasıyla yeni bir umut kıvılcımı yakarken, Aster’ın dünyası çok daha umutsuz ve kapkaranlık bir tablo çiziyor. Yine de iki yapım, 2025’in beyazperdesinde aynı resmin farklı fırça darbeleri gibi yan yana duruyor: Amerika’nın paranoyayla, şiddetle ve ideolojik uçurumlarla yoğrulmuş portresi.
Apartman No:26 Notu: Bu iki film, bize çağımızın en sarsıcı gerçeklerini farklı tonlarda yansıtsa da, ortak bir duyguyu paylaşıyor: İsyan ve paranoyanın iç içe geçtiği anlarda sinema, hem uyarı hem de kolektif hafıza olarak çalışıyor.