Bu hafta, 99. yaş gününden sadece birkaç gün önce aramızdan ayrılan büyük sanatçı Arnaldo Pomodoro’nun vefat haberini üzüntüyle öğrendik. Sanat hayatı boyunca, parlayan yüzeyleri oyarak içlerindeki karanlık ve anlaşılmaz mekanizmaları ortaya çıkarma merakıyla dolu olan bu vizyoner ismin, ardında bıraktığı eşsiz mirası düşünürken, onun Milan’daki stüdyosunun o devasa, eski endüstriyel alanını, Via Vigevano ile Naviglio Grande arasındaki o büyülü atölyeyi hayal ediyoruz. Her ne kadar son yıllarında atölyenin o sürekli gürültüsü ve hareketliliği dinginliğe bürünmüş olsa da, Pomodoro’nun bitmeyen merakını ve keşfetme arzusunu hissetmek mümkün. Büyük çekmecelerde titizlikle saklanan çizimlerine göz gezdirirken, eski bir not defterinde yeniden canlanan bir fikrin peşinden koştuğunu düşünmek bile ilham verici.
Malzemeye Duyulan Aşk ve Sanatsal Bir Doğuş
1926’da İtalya’nın orta doğusundaki Marche bölgesinde doğan Arnaldo Pomodoro, kariyerine Adriyatik kıyısındaki Pesaro Kamu İşleri Ofisi’nde, savaşta hasar gören belediye binalarının yeniden inşasıyla ilgilenerek başladı. Ancak onu asıl çeken sanattı ve özellikle de heykeldi. Sık sık ifade ettiği gibi: “Dokunmam ve dönüştürmem gereken malzemeye çekildim.” Bu içsel çağrı onu Milano’ya taşıdı ve burada tanıştığı Lucio Fontana’nın dostluğu onu teşvik etti ve sanatını daha da geliştirmesi için ilham verdi. 1954’te, kardeşi Gio ile birlikte Milan Trienali Sergisi’ne küçük eserlerini sergilemeye davet edilmeleri, onların görünürlük yolunda önemli bir adım oldu.
Pomodoro, Amerika Birleşik Devletleri’ne duyduğu ilgiyle 1959’da ilk ziyaretini gerçekleştirdi. Bir röportajında “Bir heykeltıraş olarak MoMA’daki Brancusi odasında doğdum” demişti. “Heykelleri gözlemlerken, onların kurtlanmış ve aşınmış olduğunu gördüğümde, geometrik katıların içine, Brancusi’nin soyut imgelerinin içine tüm işaretlerimi yerleştirme fikrine sahip oldum.” Bu, onun sanatsal yolculuğunda bir dönüm noktasıydı.
Geometrik Formların Derinlikleri ve Dünya Çapında Miras
Kaliforniya’da Mark Rothko ile, New York’ta ise dönemin önemli sanatçıları Barnett Newman, Jasper Johns, Andy Warhol ile tanışan Pomodoro, ABD’ye yaptığı bu önemli yolculuktan sonra büyük ölçekli sanat yapıtlarının olasılıklarına tamamen açıldı. Amerika’ya defalarca geri dönerek çeşitli kurumlarda dersler verdi. 1960’ların o karmaşık ortamını, geometrik formların mükemmeliyetine dalmak ve içlerindeki canlılığı keşfetmek için bir fırsat olarak gördü.
Onun ilk büyük eseri, 1967 Montreal Expo’su için yaratılan “Sfera Grande” (Büyük Küre) oldu. Bu eser şimdi İtalya Dışişleri Bakanlığı binasının dışında kalıcı olarak sergileniyor ve İtalyan toplumunun huzursuzluğunu, çelişkilerini ve bunları aşma ihtiyacını simgeleyen bir metafor görevi görüyor.
Pomodoro başka küreler de yarattı: Biri Vatikan Müzeleri’ndeki Çam Kozalağı Avlusu için (1979-1980), ki bu eser 1990’da Vatikan’a bağışlandı. Dört metrelik çapıyla, yaklaşık 500 yıl önce Bramante tarafından avluyu çevreleyen kemerlere uyum sağlıyor. Bir diğeri ise New York’taki Birleşmiş Milletler binasının dışındaki ünlü “Sfera con sfera” (Küre İçindeki Küre) (1996).
Ancak Arnaldo Pomodoro’nun yaratıcılığı tüm yönlere yayıldı. 1973’te Urbino şehri için, şehre bitişik bir tepenin içine oyulmuş enine yarıklar ve yanlarına oyulmuş mezarlar içeren, gerçek bir nekropol oluşturan, hiçbir zaman inşa edilmemiş ama etkili bir mezarlık tasarladı. Umbria’daki Tenuta Castelbuono şaraphanesinin mahzeni için yaptığı olağanüstü eseri “Carapace” (Kabuk) (2005–12), üzüm bağlarının tepesinde dev bir böcek kabuğu gibi yükseliyor ve altında, birkaç seviyede, şarabın olgunlaşması ve tadımı için gerekli tüm alanları barındırıyor. Aynı zamanda yorulmak bilmez bir tiyatro sahne tasarımcısıydı; La Scala’da, daha tek bir nota söylenmeden, perdenin kalkmasıyla alkış toplayan dekorlar tasarlıyordu. En ünlü sahne tasarımları, Sicilya’daki Gibillina’da (1983) gerçekleşen “Oresteia” açık hava gösterileri içindi; bu projede gliflere olan takıntısı ve mükemmel formların parçalanması Aeschylus’un trajedilerine kusursuz bir şekilde uyuyordu.
Son yıllarında, eski arkadaşlarının ve sevdiklerinin çoğundan daha uzun yaşamak onu giderek daha melankolik hale getirmişti. Dünyanın durumu onu endişelendiriyordu; giderek daha karamsarlaşmıştı. Gazze’deki yıkım ve ardından İran’ın bombalanması onu derinden etkiledi. Belki de kırık bir kalpten öldü. Bizler de onun sanatını ve insanlığa kattığı değeri her zaman özleyeceğiz.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak