Kelly Reichardt’ın yeni filmi The Mastermind, sanat soygunlarını sinemanın klişe ihtişamından sıyırıp, gündelik hayatın sıradanlığına gömüyor. Ne kırmızı lazerler ne de James Bond’a yakışır entrikalar var bu hikâyede; yalnızca Massachusetts’in sakin kasabası Framingham’da 1970’lerin başında birkaç uyumsuz gencin, uykulu bir güvenliği aşarak Arthur Dove tablolarını çalmaya kalkışması. JB (Josh O’Connor) ve arkadaşlarının basit planı kısa sürede çökerken, Reichardt’ın ilgisi soygunun kendisinden çok sonrasına, yani dağılmanın, kaçışın ve nihayetinde çürümenin izini sürüyor.
Reichardt, ABD tarihini ters köşeden okuyan filmleriyle bilinir; Meek’s Cutoff (2011) erkek kahraman mitini, First Cow (2019) kapitalist başarı hikâyesini yerle bir etmişti. The Mastermind ise Nixon dönemi Amerika’sında, “altın çağ” sonrası küçük kentlerin kültürel yatırımlarıyla birlikte doğan muhafazakâr dönüşü sahneye taşıyor. Film, gerçek bir müze yerine I.M. Pei’nin tasarladığı Cleo Rogers Memorial Library’nin modernist tuğla cephelerini kullanarak o dönemin mimari iyimserliğini yansıtıyor. Bu estetik iyimserliğin tam karşısında ise toplumun değişen değerleri duruyor: JB’nin babasının, “bu çizimlerin neden önemli olduğunu” anlayamaması, dönemin soyut sanata ve ilerici fikirlere gösterdiği mesafeyi simgeliyor.
Arthur Dove’un “Tree Forms” (1932) ya da “Willow Tree” (1937) gibi tabloları üzerinden işleyen bu hırsızlık hikâyesi, aslında çok daha geniş bir boşluğun portresi. JB, bir zamanlar sanat öğrencisiyken hayalini kurduğu hayatı değil, suburbia’nın sıkıcı rutiniyle yetinmek zorunda kalmış bir karakter. Reichardt onu ormanın yalnızlığından çok daha tehlikeli bir alana, sistemin suskunluk ve ihanetle örülü gündelik işleyişine bırakıyor. Arkadaşlarının sırt çevirmesi, devletin baskısı ve ’60’ların özgürlükçü ruhunun tamamen sönmesiyle JB, kendi kaçışının giderek daha patetik ve umutsuz bir hal aldığını görüyor.
The Mastermind, 27 Eylül – 23 Ekim tarihleri arasında New York Film Festivali’nde gösterildikten sonra 17 Ekim’de sinemalarda vizyona girecek. Reichardt’ın kamerası bu kez bir sanat soygununun değil, bir dönemin ruhsal iflasının peşine düşüyor.
Apartman No:26 Notu: Reichardt’ın filmi bize, sanat eserlerini duvardan indirmekten daha sarsıcı olanın, toplumun değerlerinden koparılan insanların hikâyesi olduğunu hatırlatıyor.