🌊 Deniz kenarında bir çürümenin sesi gibi başlıyor her şey.
Sahildeyiz. Ama bu bir tatil değil. Bir bakış mesafesinden izliyoruz sahneyi – ya da daha doğrusu, bir gezegeni.
Güneş tepede parlıyor; bronzlaşmış tenler, havlu üstüne yayılmış bitkin kollar ve başları yanmış çocuk çığlıkları. Bu görüntü bize tanıdık. Gözümüzle değil, belleğimizle izliyoruz.
Müzik başlıyor ama bir orkestra sesiyle değil: Dalgaların ritmik uğultusuyla, plastik poşetlerin sessiz süzülüşüyle, bir dondurma kamyonunun uzaktan gelen melodisiyle. Derken şarkılar başlıyor.
Şarkılar gündelik: Sıkıntıdan mırıldanan melodiler, kaygının fısıltılı notaları, neredeyse hiçbir şeyden bahsetmeyen ama her şeyin izini taşıyan sözsüz anlatılar.
Bir anda sahneyle bedenimiz arasındaki sınır kalkıyor. Sanki biz de bu koro içindeyiz, şezlongda değil ama yer kabuğunun hemen üstünde dinlenen birer hücre gibi.
Ve sonra duyuyoruz o sesi:
Dünyanın kendisinin çıkardığı bir iç çekiş.
Yavaş, kütlesel bir gıcırtı.
Bıkkın bir nefes.
Yorgun bir titreşim.
Bu opera, hikâye anlatmıyor. Daha doğrusu, insan sesiyle değil, yaşanan çevrenin sesiyle anlatıyor. Sahneleme değil, sezimleme.
Lucia Pietroiusti’nin küratöryel çerçevesiyle şekillenen bu iş, Lina Lapelytė’nin bestesi, Vaiva Grainytė’nin metinsel zekâsı ve Rugilė Barzdžiukaitė’nin görsel-işitsel koreografisiyle beden buluyor.
İzleyici olmak neredeyse mümkün değil. Çünkü her ses seni içine alıyor. Her görüntü, bir an önce senin de orada olduğunu – plajda, sahnede, belki de gezegenin bedeninde – hissettiriyor.
Apartman No:26 Notu:
Bu bir opera değil.
Bu, dünyayı dinlemenin – belki de ilk kez – sahneye dönüştürülmüş hali.
Kahkahalarla, dalga sesleriyle ve plastik yorgunluğuyla dolu bir koro.
Ve biz de içindeyiz.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak