Türkiye’de modern öykünün ehil isimlerinden Yekta Kopan, uzun bir aranın ardından yeni kitabı “Belki Yaz Erken Gelir” ile karşımızda. Can Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan, 41 kısa öyküden oluşan kitap, çağımızın her alanına sirayet eden “beklemek” üzerinden anılara dalıyor, toplumsal meselelere masallarla değiniyor ve birçok farklı hayatı “beklemek” paydasında bir araya getiriyor. Yekta Kopan’la 25 yıllık edebiyat kariyerini, “Belki Yaz Erken Gelir”i ve bitmek bilmeyen “bekleyişimizi” konuştuk.
İlk kitabınız “Fildişi Karası”ndan son kitabınız “Belki Yaz Erken Gelir”e kadar çeyrek asırlık bir zaman dilimi geçmiş. Çok uzun bir süre. Kendinize “dışarıdan” baktığınızda edebiyat yolculuğunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir insanın kendisine ya da bir yazarın yazdıklarına tümüyle dışarıdan bakabilmesi mümkün mü, bilemiyorum. İlk kitaptan bu yana neredeyse çeyrek asır… Kitapların öncesini de düşünürsek çok daha uzun bir süre. Aslında sözünü ettiğiniz yolculuk her kitapta, her metinde, her satırda yeniden başlıyor. Her metin, bir öncekiyle bir hesaplaşma, bir diyalog içinde. Böyle de sürüp gidecektir. Yazma yolculuğu, bir “kendini anlama” çabası.
“Fildişi Karası”yla “Belki Yaz Erken Gelir”deki Yekta Kopan arasında ne gibi farklılıklar var? Kendinizi daha rahat eleştirebilir hale geldiğinizi düşünüyor musunuz? Malum, yolun başında olan yazarlar ilk kitaplarına pek toz kondurmaz…
Kendimi eleştirmek, yazdıklarımla hesaplaşmak konusunda geçen yıllar bir şey değiştirmedi. Yazdıklarına toz kondurmayan biri değilim. İlk kitapların duygusal ağırlığı bambaşka oluyor. Ama bu ağırlık, o eleştiri kararlılığından geri adım attırmamıştı. Ama şunu söyleyebilirim; eleştirel yaklaşımın yapısı değişiyor yıllar içinde. Farklı açılardan bakma yeteneği gelişiyor. Geçen yıllar dünyanın çok katmanlı, çok sesli bir yapı olduğunu, yazının da her zaman tamamlanmayan bir arayış olduğunu daha iyi öğretiyor. Yazının da benimle birlikte değişip dönüşmesini seviyorum.
“Belki Yaz Erken Gelir” nasıl ortaya çıktı?
Bir önceki öykü kitabım “Bana Kuşlar Söyledi” tamamlandığında bu kitaptaki öykülerin dünyası oluşmaya başlamıştı. Zaten genel olarak kitaplara iç içe çalışıyorum. Zihnimdeki farklı meselelerin ve temaların birbiriyle yarışmasını, konuşmasını, tartışmasını seviyorum. Önceden yazılmış öykülerle yeni yazılmış ya da yazılacak öyküler aynı yere doğru konuşmaya başladığında da kitabın ruhu şekillendi. Zaten bir kitabın oluşmasında en çok o dönemi severim.
“Belki Yaz Erken Gelir”i okurken kaleminizi biraz daha serbest bırakmışsınız diye düşündüm. Bazen sade, gündelik bir dille yazılmış öyküler karşımıza çıkıyor bazen de tasvirleriyle, neticesi belli olmayan bir kurguyla karşılaşıyoruz. Bu “serbest bırakma” görüşüme katılır mısınız?
Aslında bu kitaptaki öykülerin, bugüne kadar kurmaya çalıştığım öykü dünyasından çok büyük bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Bildiğim yollardan sapmadım. Örneğin ilk kitabımın ilk öyküsünden beri “giriş – gelişme – sonuç” olarak ilerlemedim, neticelendirme gibi bir kaygım olmadı. Bu kitapta da aynı yoldayım. Ama bu yorumunuzu anlıyorum ve şöyle değerlendiriyorum.
Özellikle anıya, denemeye yakın olan öyküler ve masallar okurlara daha farklı bir his veriyor. Bu metinler, daha ‘dizginlenmemiş’ geliyor olabilir. Kitabın yazılma sürecinde bunun farkındaydım. Özellikle de anı ve masal türlerindeki öyküler için. Ama bunu da bilinçli bir şekilde yaptım. Toplum olarak anılarla yaşadığımız ve masallara sığındığımız bir dönemde, bu tercihin bir karşılığı olacağını düşündüm. Şu ana kadar okurlardan gelen yorumlar da bu düşüncemin boşa olmadığını gösterdi bana.
Kitabın ana hattını “beklemek”, “durmak” kavramlarını oluşturduğunu düşünüyordum ki, Oggusto’ya verdiğiniz röportajda sizin de buradan yola çıktığınızı okudum. Her şeyin bir “tık”la halledildiği bir çağda, insanın “beklemeye” mecbur kalmasını büyük bir paradoks olarak görüyorum. Zira cebimizdeki sadık dostumuz sayesinde aylık bütçe planı yapıp bu maddi öğelerle dünyanın sahibi kılığına büyük bir kıvançla girerken, adalet, hak, hukuk, huzur, refah, aşk gibi daha “insani” kavramlar karşısında “beklemek” zorunda olması, insanın hayatın asıl gerçekleri karşısında ne kadar da aciz olduğunu göstermiyor mu sizce?
İnsanca yaşamayı bekliyoruz.
Çok uzun zamandır bitimsiz bir bekleyiş içindeyiz. Bekliyoruz. Adaleti, liyakati, hak temelli bir yaşamı bekliyoruz. Kadınların, çocukların ve hatta bebeklerin yaşam güvencesini bekliyoruz. Özgürlükleri bekliyoruz. Yaşam tarzlarını da, inançların da aynı güvencelerde yaşanmasını bekliyoruz. Aç kalmamayı, susuz kalmamayı bekliyoruz. Ekolojik yıkım gerçekleşmeden dünyanın geleceğine dair verilen sözlerin tutulmasını bekliyoruz. İnsanca yaşamayı bekliyoruz. Ertesi sabaha uyanabilmek için bir neden bekliyoruz. Beklemek, bu kitabın ana damarlarından biri.
Özellikle bu çağda, hızın ve anında tatminin yüceltilmesiyle birlikte beklemek, bir sabır meselesinden çok daha fazlası haline geldi. Adaletin, huzurun, hatta bazen en basit insani duyguların bile beklenmek zorunda olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu bekleyiş, insanın acizliği kadar direncini de ortaya koyuyor aslında. Bir ‘tık’la her şeyi çözebildiğimiz dünyada, gerçek değerlerin hâlâ zaman ve sabır gerektirmesi, düşündürücü olduğu kadar umut verici de olabilir. Çünkü belki de insana dair olan her şey, o bekleyişte saklı.
Ajandanızda neler var?
Yoğun bir takvimim var ama ben sadece yazmaya dair olan kısmı söyleyeyim. Farklı türlerde yazılar üzerinde çalışıyorum. Masamın üstünde birden fazla dosya var. Bir süre içinde o dosyalardan hangisinin yola konulacağı belli olur. Sonrası yine yoğun bir çalışma süreci…
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum yap