Akıştasın: Tribeca’nın Kalbinde Bir Fırtına: Bağımsız Sanat Fuarı’nın Ardından

Yükleniyor
svg

Tribeca’nın Kalbinde Bir Fırtına: Bağımsız Sanat Fuarı’nın Ardından

Haziran 10, 20254 dk okuma süresi

Geçtiğimiz ay, New York sanat haftasının o tatlı ve baş döndürücü kaosunda, yolum Tribeca’daki Bağımsız Sanat Fuarı’na düştü. Her şey, binanın en tepesindeki Rooftop Bar’da başladı. Aşağıdaki kalabalığa karışmadan önce bir anlığına nefes almak, şehre ve o ana bir tanıklık etmek istedim. Ufukta toplanan fırtına bulutlarını izlerken, yanımdaki şık giyimli birinin mırıldandığını duydum: “Ah, işte New York yine veriyor.” O an anladım; aşağıdaki sanat fuarı gibi, gökyüzü de kendi elektriğini biriktiriyordu.

Frieze’nin devasa koridorları veya diğer fuarların kurumsal beyazlığının aksine, Bağımsız’ın kapısından girer girmez sizi farklı bir enerji karşılıyordu. Evet, 16. yılında rekor bir katılımla (tam 85 galeri) neredeyse nefes almanın zorlaştığı bir kalabalık vardı. Ama bu, boğucu bir kalabalık değildi; daha çok, hiyerarşinin eridiği, keşfe açık, yaşayan bir organizma gibiydi. Burada devasa “keşif” bölümleri yoktu; Wolfgang Tillmans gibi bir ustanın eseri, adını ilk kez duyduğum bir sanatçının cüretkâr işiyle yan yana durabiliyordu. Bu, küratör Matthew Higgs’in vaat ettiği o “hiyerarşik olmayan” ruhun ta kendisiydi.

Koridorlarda dolaşırken kulağıma çalınan fısıltılar, sanat dünyasının cilalı yüzeyinin altındaki gerçekliği hatırlatıyordu. Bir galeristin, Trump döneminden kalma gümrük tarifeleri yüzünden eserlerinin haftalarca JFK Havaalanı’nda mahsur kaldığını anlatması, o parlak eserlerin ne kadar meşakkatli bir yolculuktan geçtiğinin kanıtıydı. Bu, fuara insani bir doku katıyordu.

Ancak asıl hikaye, eserlerin kendisindeydi. Zihnimde en çok yer edenler, o kaosta bana bir anlığına nefes aldıran sessiz anlardı. Claudia Keep‘in sıcacık, neredeyse nostaljik vinyetleri ya da Zoë Carlon‘un dingin natürmortları gibi. Ve sonra, tam zıttı bir duyguyla çarpan o unutulmaz heykeller: Huidi Xiang‘ın mat-siyah, delinmiş domatesleri… O kadar basit ama bir o kadar da derindi ki; hem neşeli bir oyunbazlık hem de içten içe hissedilen bir acı barındırıyorlardı.

Shanna Waddell‘in toprağın ruhunu taşıyan figüratif seramikleri ve Constanza Kramer Garfias’ın karmaşık bisiklet enstalasyonları gibi yeni keşifler, bu fuarın neden “Bağımsız” adını hak ettiğini gösteriyordu. Burası, sadece satmak için değil, konuşmak için oradaydı. Her standın başında sizinle sohbet etmeye hevesli bir galeri temsilcisi veya sanatçının kendisi vardı. Sanat, yüksek bir kürsüden size seslenmiyor, yanınıza oturup bir şeyler fısıldıyordu.

Fuar bitti, o fırtına bulutları dağıldı ve Tribeca’nın sanat haritasını yeniden çizen o enerji bir sonraki seneye ertelendi. Ama o kalabalıktan aklımda kalanlar bunlar: Konuşan heykeller, fısıldayan tablolar ve sanatın, en kalabalık anında bile ne kadar kişisel, ne kadar insani ve ne kadar ulaşılabilir olabileceğinin kanıtı.

Bu haber adada kalmaya devam etsin mi?

0 People voted this article. 0 Upvotes - 0 Downvotes.
svg

Aklında bir şey mi var?

Yorumları göster / Yorum bırak

Cevap ver

Yükleniyor
svg