SJ Moodley’in 1978 tarihli “Child in a Wicker Chair” adlı fotoğrafına ilk bakışta, masumiyetin ve duru bir güzelliğin dingin yansımasını görürüz. Ancak bu genç çocuğun portresi, estetik cazibesinin çok ötesinde, hayatın acı tatlı gerçeklerine, direnişe ve insan ruhunun kendini ifade etme arzusuna açılan bir pencere gibidir. Bu kare, 1972-1984 yılları arasında, apartheid rejiminin karanlık gölgesindeki Güney Afrika’da, Hint kökenli ve “Kitty” lakabıyla tanınan bir fotoğrafçının deklanşöründen çıkmıştır. Moodley ailesinin işlettiği Kitty’s Studio, ayrımcı yasaların dayattığı “pasbook” taşıma zorunluluğu olan siyahi ve diğer beyaz olmayan bireyler için bir sığınak, bir ifade alanıydı. Burası, toplumun kenarına itilmiş insanların kendi öykülerini yazdıkları, kültürel miraslarını ölümsüzleştirdikleri bir topluluk merkeziydi adeta; her bir fotoğraf karesi, baskıya karşı bir duruşun sessiz çığlığıydı.
Eğer Columbia Üniversitesi profesörü Steven Dubin’in yolu, kaderin bir cilvesiyle Moodley’in mirasıyla kesişmeseydi, bu kıymetli fotoğrafçının ve stüdyosunun dokunaklı hikayesi belki de zamanın tozlu raflarında yitip gidecekti. Moodley’nin adı, Cape Town’da yıllarca kaderini bekleyen bir kutu negatifle neredeyse unutulmuştu. Şimdi ise o dokunaklı portre ve dünyanın dört bir yanından toplanmış, her biri ayrı bir hikaye fısıldayan yaklaşık 6.500 fotoğraf, Alman-Amerikan sanat koleksiyoncusu Artur Walther’in cömert bağışıyla New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin (Met) görkemli salonlarına taşınıyor.
Met Müzesi, 20. yüzyıl, modern, çağdaş ve özellikle yerel (vernaküler) fotoğrafçılık alanlarında derin bir uzmanlığa sahip olan Walther’in bu muazzam koleksiyonunu, 14 Mayıs’ta düzenlediği bir etkinlikle sanat dünyasına duyurdu. Bu bağış, Müze’nin yakın zamanda sanatseverlerle buluşacak olan Tang Kanadı için de ayrı bir heyecan kaynağı.
Goldman Sachs’ın eski genel ortaklarından biri olan Walther, fotoğraf tutkusunu 1994 yılında emekliliğinin ardından keşfetmiş. Kısa sürede klasik ve modern Alman fotoğrafçılığının yanı sıra, gözünü daha uzak coğrafyalara çevirmiş. 1990’lar ve 2000’lerin başında büyük sosyal, teknolojik ve ekonomik dönüşümlerin yaşandığı Çin ve Afrika’daki fotoğraf sanatçılarını ve zaman temalı eserleri keşfe çıkmış. Walther, bu tutkusunu o kadar ileri taşımış ki, 2010 yılında Almanya’da Neu-Ulm Müzesi’ni kurarak Ai Weiwei, Seydou Keïta, Malick Sidibé gibi dev isimlerin eserlerini sanatseverlerle buluşturmuş.
Son yıllarda Walther’in koleksiyonerlik vizyonu, Moodley gibi tarihsel ve yerel fotoğrafçılığın yanı sıra tıbbi, bilimsel, ticari ve hatta özel aile albümlerinden çıkan, gündelik hayatın içinden karelere doğru evrilmiş. Walther’in de dediği gibi, “Birçoğu belki rastgele çekilmiş gibi görünebilir, ancak bazıları bireysellik, insanların kendilerini ifade etme biçimleri ve toplumsal dinamikler hakkında o kadar derin sosyolojik anlamlar taşıyor ki…” Bu değerli bağıştan yapılacak bir seçki, 31 Mayıs’ta Rockefeller kanadının yeniden açılışında sergilenecek ve farklı medya türleriyle etkileşimli özel duvar enstalasyonlarıyla geniş bir alana yayılacak.
Artur Walther, bu eşsiz koleksiyonu Met’e bağışlamanın kendisi için tarifsiz bir mutluluk olduğunu belirtirken, biz sanatseverler de bu paha biçilmez mirasın, binlerce isimsiz kahramanın, unutulmuş anların ve insanlık hallerinin sessiz tanıklarının artık emin ellerde olduğunu bilmenin huzurunu yaşıyoruz. Her bir fotoğraf, şimdi Met’in duvarlarında kendi evrensel şarkısını söylemeye hazırlanıyor.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak