Jennie Livingston’ın ikonik belgeseli “Paris Is Burning” (1990), Pepper LaBeija’nın ekrandaki o unutulmaz yürüyüşüyle tüm dünyayı, 80’lerin New York City’sindeki siyahi ve Latin drag ball’larının gizli dünyasıyla tanıştırmasının üzerinden otuz yılı aşkın bir süre geçti. Film, hem geniş çapta kutlandı hem de eleştirildi; ancak şurası kesin ki, yeraltı sahnesinin bir zamanlar ne denli önemli bir sığınak olduğunu gözler önüne serdi. Bugün bile, ball kültürü queer topluluğu için bir yuva olmaya devam ediyor.
Belgeselin ilk dakikalarında, Royal House of LaBeija’nın “annesi” Pepper LaBeija, Harlem’deki West 129. Cadde’de bulunan, bir zamanlar Elks Lodge olarak bilinen mekana girerken kırmızı duvarlar ve duvara asılı bir geyik kafası bizleri karşılıyor. Gösterişli, altın rengi elbisesi, siyah eldivenleri ve güneş gözlükleriyle adeta büyüleyen Pepper’ı coşkulu bir kalabalık alkışlarla karşılıyor. Elks Lodge, 1997’de Faith Mission Christian Fellowship Kilisesi’ne dönüşmüş olsa da, cemaatin kırmızı kapıları hala kraliçelerin sabaha kadar süren yarışmalarda zafer unvanları için mücadele ettiği o ikonik mekana bir selam duruyor. Uzun yıllardır drag ball’ları burada yapılmasa da, bu mekan LGBTQ+ tarihinin önemli bir simgesi olmaya devam ediyor.
“Ball’larımız Süperstar Olma Fantazimiz Gibiydi”
Pepper LaBeija, “Paris Is Burning” belgeselinde kameraların arkasındaki röportajcıya (muhtemelen Livingston’a) şöyle diyor: “Ball’larımız süperstar olma fantazimiz gibiydi. O ball’lardaki çocukların çoğunun hiçbir şeyi yoktu. Bazıları yemek bile yemezdi; ball’lara aç gelirdi. 21 yaşın altındaydılar; iskelede uyurlardı… Gidecek bir evleri yoktu.” Livingston, filmi 80’lerin ortalarından sonlarına kadar, HIV/AIDS krizinin zirve yaptığı bir dönemde çekmiş olsa da, 70 dakikadan uzun süren filmin tamamında bu krizden nadiren bahsedilir. Bunun yerine, Venus Xtravaganza, Dorian Corey, Kim Pandavis ve Octavia Saint Laurent gibi ball figürleriyle yapılan röportajlar, şöhret ve dünya seyahatleri, özellikle de Paris hayallerine odaklanır. Röportaj yapılanlar, günümüzde House of LaBeija’nın web sitesinde “siyahi queer insanlar için güvenli bir sığınak ve evi olmayanlar için bir aile barındıran bir yuva” olarak tanımlanan ball “evleri” üzerine düşüncelerini dile getiriyorlar.
Livingston, 2019’da Hyperallergic’e verdiği bir röportajda, “Performans yönüne ve bulunan ailelere yöneldik. Bu insanların nasıl hayatta kaldıklarına odaklanmaya çalıştık” demişti. Elks Lodge artık olmasa da, Livingston’ın filmi aracılığıyla geniş kitlelere tanıtılan bazı ball evleri hala varlığını sürdürüyor ve gelişiyor. Bugün, Royal House of LaBeija, ABD, Avrupa, Güney Amerika ve Güney Afrika’da şubeleri olan tescilli bir üyelik organizasyonu.
Bir Başkaldırının ve Kimliğin Simgesi: Crystal LaBeija’dan Günümüze
Bu ev, 60’lı ve 70’li yıllarda Manhattan drag dünyasındaki ırksal önyargılardan kaynaklanan hayal kırıklığıyla kendi güzellik yarışmalarını başlatan Crystal LaBeija tarafından kuruldu. Royal House of LaBeija, kendini ilk ballroom evi ve 1980’lerde Reagan yönetiminin başlangıçta görmezden geldiği HIV/AIDS krizi için farkındalık yaratan etkinlikler düzenleyen ilk topluluk olarak tanımlıyor.
Bu yılın başlarında, Royal House of LaBeija, New York Şehir Müzesi’nde Crystal LaBeija’yı anan bir büstü açtı. Müze, Şubat ayına kadar “Urban Stomp: Dreams & Defiance on the Dance Floor” adlı sergiye ev sahipliği yapıyor.
1987’den beri ball sahnesinde yer alan evin genel sorumlusu Jeffrey “Kiddie Liddah” LaBeija, Hyperallergic’e verdiği bir röportajda drag ball’larının önemini anlattı. Eşcinsel bir siyahi olarak, “hayatını sergilemenin ve yaşamanın radikal kabul edildiğini” söyledi. Bu yüzden ball’lar, organizatörlerin mekanlara erişim sağlamak için tanıtımcılarla ilişkilerini kullandığı Elks Lodge gibi etkinlik mekanlarında sabaha kadar düzenlenirdi. Kiddie, New York ball sahnesindeki ilk izlenimlerini anlatırken Hyperallergic’e, “Normal hayatta daha önce hiç görmediğim bir yaratıcılık seviyesi gözüme çarptı. Daha önce böyle bir güzellik görmemiştim ve ilk ball’a gittiğim andan itibaren dahil olmak istedim. Var olduğunu bilmediğim bir dünyaydı; bir gece boyunca gerçekten bir fantezi yaşadık ve dünyanın en nefret edilen insanları biz değildik.”
Kiddie, 2023 yılında LaBeija adını tescil ettirdiğini, bunun evi kendi hikayesini anlatma konusunda güçlendiren bir adım olduğunu belirtti. Kiddie’nin Hyperallergic’e anlattığına göre, Pepper LaBeija 2003’te öldüğünde, New York artık ball kültürünün merkezi değildi. Kültür güneye, Atlanta gibi yerlere taşındı. Kiddie, Virginia Commonwealth Üniversitesi’ne kaydolmuşken bir hafta sonu sinemada “Paris Is Burning”i izlemeye gitmiş. Kiddie, “Daha önce hiç bu kadar gay siyahi insanın ‘Paris Is Burning’deki gibi kutlandığını görmemiştim” diye hatırlıyor. “Sonunda uyumsuz olmadığımı gördüm.” Ball sunucusu Junior LaBeija’nın “Beyaz Amerika” olarak bilinen monologunun, Kiddie’nin duyduğu en derin konuşma olduğunu söylediği de unutulmamalı. Junior, monologunda ball devrelerindeki beyaz güzellik standartlarının tezahürlerini incelerken, “Her şeyimiz elimizden alındı, yine de hepimiz nasıl hayatta kalacağımızı öğrendik” diyor.
Harlem drag ball’ları, sadece bir performans sahnesi değil, aynı zamanda dışlananların kendilerini bulduğu, kutladığı ve bir aile olduğu bir direniş alanıdır. “Paris Is Burning”in mirası, bu kültürel hareketin zamanın ötesinde bir etki yarattığını ve queer topluluğu için hala bir umut ve ilham kaynağı olduğunu gösteriyor.
“Paris Is Burning”: Tartışmalar, Miras ve Ballroom Kültürünün Küresel Yükselişi
Jennie Livingston’ın çığır açan belgeseli “Paris Is Burning”, 80’lerin Harlem drag ball sahnesini dünyaya tanıttı, ancak film her zaman genel geçer bir beğeniyle karşılanmadı. Özellikle yazar bell hooks gibi isimler, filmin sömürücü olup olmadığını sorgulayarak önemli eleştiriler getirdi. Livingston, çalışmalarını savunarak Hyperallergic’e, tarihi öneme sahip bir film çekerken “en iyi dinleyici” olmaya çalıştığını belirtmişti. Filmin şöhreti arttıkça, bazı katılımcıları avukat tutarak maddi tazminat talep etmeye çalıştı. Örneğin Pepper LaBeija, 1993’te New York Times’a yaptığı açıklamada tazminat alamamaktan dolayı “ihanete uğramış” hissettiğini dile getirmişti. Taleplerin düşmesinin ardından Livingston, filmin 13 katılımcısına 55.000 dolar dağıttı.
1988’de House of Pendavis’e katılan New York’lu ballroom fotoğrafçısı ve aktivist Luna Luis Ortiz de “Paris Is Burning”de yer alan isimlerden biriydi ve filmin etkisini şöyle hatırlıyor: “Yeraltı dünyamızı açığa çıkardı ve bazılarımıza kariyer sağladı, çünkü artık insanlar bunu sanat olarak görüyordu.” Ortiz, filmin yönetmeninin bu topluluğu ticarileştirdiğini düşünenler olduğunu da kabul ediyor.
Ortiz, HIV ile 14 yaşında tanıştığını ve ilk kez fotoğraf makinesini eline almasının ana nedenlerinden birinin, çok yaşamayacağını düşünmesi olduğunu söylüyor. Kendi portreleriyle başlayarak kendini belgelemeye başlamış ve daha sonra kamerasını topluluğuna çevirmiş. “İşte o zaman [ball’ları] belgelemeye başladım, bir topluluğu belgelediğimin farkında bile değildim” diyen Ortiz, ballroom sahnesini keşfetme deneyimini, “Oz Büyücüsü” filmindeki Dorothy’nin Oz’a inip her şeyin renklenmesine benzetiyor. “HIV ile birlikte yaşayıp hayatta kalırken, aynı zamanda bu harika dünyayı da deneyimliyordum” diye ekliyor.
**”Paris Is Burning”**in yayımlanmasından bu yana geçen on yıllarda, ballroom kültürü küresel çapta bir patlama yaşadı. Ortiz, bazen bu kültürün kendi topluluğuna özgü kalmasını dilese de, yayılmasının olumlu etkilerini de kabul ediyor. Ortiz’in Hyperallergic’e belirttiği gibi, “İnsanlara yalnız olmadıklarını, bir aileleri olduğunu umut veriyor.”
House’un genel sorumlusu Kiddie LaBeija, 2025’te ballroom kültürünü bir tür “sanatçı kuluçka merkezi” olarak tanımlıyor. “Hiçbir şeyden bir şey yapabilirsiniz ve ben de bunu yaptım” diyen Kiddie, “Resmi bir eğitimim olmamasına rağmen, ben artık bu dünyada olmadığımda bile burada kalabilecek bir şey yarattım. Bununla çok gurur duyuyorum. Düşündükçe duygulanıyorum.” sözleriyle ballroom’un hayatındaki dönüştürücü gücünü ifade ediyor.
“Paris Is Burning” ve sonrasında yaşananlar, ballroom kültürünün yalnızca estetik bir ifade biçimi olmadığını, aynı zamanda bir direniş, aidiyet ve hayatta kalma mücadelesinin de sembolü olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak