Deniz Sessiz, Saliha Nilüfer ile satın aldıklarımızın çevreye etkilerini ve tüketim çılgınlığını mizahi bir anlatımla düşündüren “Dertsiz Şehri’nde Tuhaf Olaylar” kitabı üzerine konuştu…
– Yeni romanınız Dertsiz Şehri’nde Tuhaf Olaylar’da kıyafetsiz kalan bir şehir dolusu insanla karşı karşıyayız. Tüketim çılgınlığına farklı bir bakış açısıyla kaleme aldığınız yeni romanınızın oluşma süreci nasıl başladı?
Çok garip bir şekilde, bir gece uykudan, “Bay Lacivert Nerdomert sabah kalktı ve dolabının içi bomboştu,” cümlesiyle uyandım. Geceleri düşüncelerin iyice yoğunlaştığı sırada uçuşan fikirlere epeydir aşinayım, ben de kalkıp not aldım. Sonra bunun üzerine bir hikâye kurgulama fikri geldi, peşinden de gözümün önünde Dertsiz Şehri beliriverdi: Yollanan davete icabet edip şehrin kapısından girerek evlerine, yaşadıkları sıradışı olaya konuk oldum. Aynı olayları biz yaşasak nasıl tepki verirdik, neler hissederdik diye düşünmeye, bir yandan da bu hikâyeyi nerelere kadar götürebileceğime kafa yordum. Her zamanki gibi bütün maceranın olgunlaşıp son haline gelmesi birkaç yılımı aldı.
-Romandaki karakterlerin, en az şehirleri gibi, isimleri birer tekerlemeyi andırıyor. Karakterleri tekerlemeler gibi komik/eğlenceli isimlendirirken nelerden ilham aldınız?
Her tür ismi aklımda tutmak benim kusurlu bir yanım. Geniş bir isim hafızam var; gezdiğim sokaklar, tanıştığım insanlar, gazete haberinde okuduğum isimler, mitolojik kahramanlar, ilkokul arkadaşlarımın adları hatta soyadlarına kadar vs. istemeden aklımda kalıyor. Yazma anında, masaya oturduğumda karakterlerin isimlerini bulmak kendiliğinden gelişiyor. Dertsiz Şehri’ndeyse beklemediğim kadar kolay oldu: Sanki orada perdenin arkasında beni bekliyorlar, sırası geldikçe birer ikişer sahneye çıkıp kendilerini tanıştırıyorlar gibiydi, tek seferde çıktı isimlerin hepsi. Yine yazım sürecinde ve öncesinde okumayı çok sevdiğim Türkçe mizahın üstatlarından tiyatro oyunlarının zihnimi arka planda beslediğini de belirtmem gerek.
-Romanda eşyaların dile gelmesi, geri dönüşmek istemesi bana eşyaların da ruhu olduğunu söyleyen eski bir şaman inancını hatırlattı. Bu inanç bizi, kullandığımız nesnelere daha özenli davranmamıza, uzun süreli kullanmamıza, böylelikle tüketim çılgınlığının da önüne, bir nebze de olsa, geçmemize yöneltir mi?
Bu güzel soru için çok teşekkür ederim, dediğiniz doğru, ama mutlaka bu inancı beslememiz de gerekmiyor galiba. Kullandığımız çoğu eşyaya şöyle bir baktığımızda hepsinin yakın zamanda canlı olan varlıklardan üretildiğini fark ederiz. Bu satırları yazdığım masam, vaktiyle ormanda meşe ağacıydı; kökünde milyonlarca mikoriza mantarı, dallarında ispinozlar, gövdesinde karınca kolonileri, ağaçkakanlar kısacası binlerce canlı yaşıyordu. Kahve fincanımın hammaddesi olan kil muhtemelen Kızılırmak Nehri’nin deltasından toplandı.
Üzerimdeki tişört, köklerini toprağın derinliklerine, gövdesini Çukurova’nın güneşine uzatan bir pamuk bitkisiydi Yerdeki kilimim bir Karaman koyununun sırtından kırkılan yünle yapıldı. Dizüstü bilgisayarımın bile içindeki değerli metaller bir ormanlık alanın, tarım arazisinin ya da çayırlığın yerine açılan maden sahasından gelmiş olmalı. Hepsinin üretim sürecinde harcanan tonlarca suyu, insan emeğini saymıyorum bile. Şimdi bunları bile bile eşyalarıma nasıl hoyrat davranabilirim? Kaynakları sonlu biricik gezegenimize bitmek bilmeyen arzularımızı tatmin etmesi gereken sonsuz bir fabrika ya da depo gibi bakmaktan vazgeçmemiz gerekmiyor mu artık?
Toprağıyla, kuşuyla, bitkisiyle otuyla her bir ağacıyla nefes alıp veren bir canlı cansız varlıklar bütünü o, biz de onun önemli bir parçasıyız madem, gezegenin bize sağladığı her malzemeye özenle yaklaşmamız için bu yeterli bir neden bence. Bu yüzden galiba masam benimle birlikte yaşlanacak, elimden gelse giysilerim de…
-Kimisi Afrika khangası giyiyor, kimisi Hawaii muumuusuyla geziyordu; İskoç kiltleri, Anadolu üçetekleri, antik Hitit ya da Mısır elbiseleri bile deneyenler vardı.” Romanda etnik kökenlerden, yerel kıyafetlerden ve çalgılardan da bahsediyorsunuz. Sokakta görmeye alışık olmadığımız şeyler bunlar. Bunlara olan ilginiz nasıl başladı/romana işleme fikri nasıl oluştu?
Bir gün sokakta giderken durup etrafıma baktım, neredeyse herkes siyah tonlarında tek tip giyinmiş. Güya modadan, özgür giyimden filan söz ediliyor ama ne giymeniz gerektiğinin daima bize dayatıldığı bir ortam var sanki. Yaz günü çok serin tutan Afrika khangasıyla sokağa çıksam kesin tuhaf bakışlara maruz kalırdım. Sokaklar aynı ürünlerin satıldığı, ihtiyacımızdan çok fazlasını içeren yüzlerce mağazayla dolu. Giyinmek sağlık için, örtünmek için gerekli, bir de kendini ifade biçimi olarak görülüyor muhtemelen. Madem kendini ifade biçimi o zaman farklı farklı kültürlerin ifade biçimlerine de açık olsak? Giyinmeyi çok daha rengârenk, özgün, çiçekli, kültürel, doğayla uyumlu bir eylem haline getirsek? Yerel giysileri çabucak unutup bir kenara bırakmasak? Yanıtlanabilecek onlarca soru geliyor aklıma.
Lisede İranlı bir öğretmenimiz vardı. 1950’lerin giysileriyle son derece uyumsuz takımlarla gelirdi. Kimse buna dikkat etmezdi çünkü tanıdığımız en bilgili insandı, beş dil biliyordu, bize Shakespeare’in dünyasını ilk o tanıtmıştı. Kısacası üzerine biraz düşünsek, belki de giyinmek bir statü aracı olmaktan çıkıp kendimizi daha özgürce ifade edebildiğimiz, daha yaratıcı, doğayla barışık bir eylem hale gelebilir.
-Romanda dikkatimi çeken bir diğer nokta da ağaçlar. Özellikle sizin örnek verdiğiniz ağaçlar, çoğu dinde, mitolojide ve kültürde “kutsal” sayılıyor. Bu ağaçlara değer veren bir diğer grup da şüphesiz ki marangozlar. Geri dönüşümün bu kadar içinde olan bir kişi olarak bu ağaçların öylesine seçmediğiniz aşikâr. Bu ağaç türlerini seçmenizdeki sebepler neler?
Bu harika sorunuz, dikkatli okumanız için çok teşekkürler, haklısınız ağaçlar benim için kutsal. Ama ayrımsız hepsi öyle… Bir orman bilimcinin kaleme aldığı Anne Ağaç’ta, yaşlı ağaçların ormandaki küçük fidanları besleyip büyütmek, onları hastalıklara karşı korumak için mantar ağıyla besin, su ve “bilgi” gönderdiği anlatılır. Bin yıllık zeytin ağaçları var biliyorsunuz. Nice badireler atlatmış, köklerini saldığı topraklardan ne imparatorluklar gelmiş geçmiş, yıkılmadıkları gibi hâlâ meyve vermeye devam ediyorlar.
Son okuduğum bir kitapta basit ama vurucu bir cümleye rastladım: “Dünyaya en son gelen tür biziz ama patron gibi davranıyoruz.” Bilgi bizde, teknoloji, bilinç bizde, ama doğanın bilgeliğinden hâlâ çok uzağız; ağaçlardan, yabani otlardan milyonlarca yıldır gezegende yaşayan canlılardan öğrenecek çok şeyimiz var, böyle bakınca her sene yolunup atılan ama baharda inatla yeşermeye devam eden bir karahindibanın bile kutsal olduğunu hissediyorum.
Söyleşi: Deniz Sessiz
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum yap