Tony Burke’ün yönettiği Protein, Galler’in kırsalında geçen, kasvetli atmosferiyle nefes kesen bir suç-horror melezi. Film, kas takıntılı, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan eski asker Sion (Craig Russell)’ın, kontrolünü kaybederek bir uyuşturucu satıcısını öldürmesi ve onu… yemesiyle başlıyor. Bu tek anlık cinnet, küçük bir kasabada zincirleme bir şiddet sarmalını tetikliyor. Sion’un proteine duyduğu saplantı, bir anda toplumsal çöküşün, erkeklik mitinin ve hayatta kalma içgüdüsünün merkezine dönüşüyor.
Burke’ün hikâyesi hem rahatsız edici hem de ironik biçimde komik. Yönetmen, vahşetin içinden kara mizah çıkarmayı başarıyor; izleyiciye tedirgin edici bir şekilde hem tiksinti hem de gülümseme hissi bırakıyor. Film, kırsal Galler’in sisli, nemli sokaklarını birer suç sahnesine dönüştürürken, karakterlerin yalnızlığını ve içsel çürümesini bu manzaranın içine ustalıkla gömüyor. Görsel dünyasıyla “Trainspotting”in enerjisini, “The League of Gentlemen”in grotesk tuhaflığını bir araya getiriyor.
Sion’un hikâyesi, erkekliğin kırılgan doğasına dair rahatsız edici bir alegori. Kaslarını, beslenmesini ve öfkesini kontrol altına almak isterken, en sonunda kendi sınırlarını yiyor — hem mecazi hem gerçek anlamda. Craig Russell, karakterin sessiz ama patlayıcı enerjisini olağanüstü bir dengeyle taşırken, çevresindeki yan karakterler — Kezia Burrows, Steve Meo ve Charles Dale — bu karanlık evrene gerçeklik hissi kazandırıyor. Burke, diyalogları minimal tutarak karakterlerin iç dünyasını yüz ifadeleriyle, sessizliklerle ve kasabanın gri dokusuyla anlatmayı tercih ediyor.
Protein, sadece bir suç hikâyesi değil; toplumsal çürümenin, erkekliğin sınavdan geçemediği bir dünyanın ve travmanın sindirilmeden nasıl bedene geri döndüğünün bir anlatısı. Vahşet, burada bir gösteri unsuru değil; karakterlerin kendi içsel açlıklarının dışa vurumu. Burke, mizahı tam da bu noktada kullanıyor — şiddetin absürtlüğünü, insan doğasının tutarsızlığını göstermek için.
Film, düşük tempolu bir suç gerilimiyle başlasa da ilerledikçe kara komedinin keskin dişlerini gösteriyor. Galler’in kırsal sessizliği, bir anda patlayan kanlı çatışmalarla çelişiyor. Sinematografi, bu karşıtlığı yakalayarak her karede hem güzelliği hem çirkinliği gösteriyor. Protein, izleyicisini sadece dehşete düşürmüyor; aynı zamanda düşündürüyor. Bu, bir canavarın doğuş hikayesi değil, bir toplumun sessiz yoldan kendi kendini yiyişinin filmi.
Burke’ün ilk uzun metrajı olmasına rağmen, Protein dikkat çekici bir yönetmenlik disiplini sergiliyor. Tempo kontrolü, diyalog ekonomisi ve mizah anlayışı, onu yalnızca bir janr denemesi olmaktan çıkarıp çağdaş Britanya sinemasının özgün seslerinden biri hâline getiriyor. Film, erkeklik, öfke, travma ve yalnızlık temalarını ustaca birbirine örerken, grotesk bir lezzetle iz bırakıyor.
Sonuç olarak, Protein karanlık, rahatsız edici ama bir o kadar da zeki bir film. Şiddeti bir gösteri olarak değil, toplumsal bir semptom olarak ele alıyor. Burke’ün Galler taşrasında kurduğu bu kanlı laboratuvar, hem insan bedeninin hem de toplumun sınırlarını test ediyor. Karanlık mizahın ve suç estetiğinin bu kadar rafine birleştiği filmler nadir; Protein, tam da bu yüzden, sindirildikten sonra bile midede kalacak türden bir hikâye.