Cadılar Bayramı yaklaşırken çoğu izleyici listelerini canlı çekim korkularla dolduruyor; oysa animasyon, ürpertinin en yaratıcı ve kalıcı hâllerinden bazılarını saklıyor. Stop-motion’un dokunulabilir soğuğu, 2D’nin halüsinatif özgürlüğü, bilgisayar animasyonunun metalik parıltısı… Hepsi farklı bir ürperti biçimi vaat ediyor. Kimi ailece izlenebilecek kadar oyuncu, kimi gece yarısına yakışacak kadar karanlık. İyi bir seçki, tonu yükseltip alçaltan bir çalma listesi gibi akmalı: gotik masallarla başlayıp psikolojik kabuslara, oradan da kült klasikleriyle nostaljik bir nefese.
Eğer geceyi stop-motion’un gölgesinde açmak isterseniz, Henry Selick’in Coraline’ı hâlâ en titrek rüyaları çağıran eserlerden. Laika’nın dikiş izleri görünen dünyası, düğme gözlü alternatif evrenle çocukluk merakının sınırlarını yoklarken, Noel’le Cadılar Bayramı arasındaki kadim tartışmayı körükleyen The Nightmare Before Christmas hâlâ “korkunun neşesi” dersidir. Aardman’ın Wallace & Gromit: Curse of the Were-Rabbit’i ise balmumu ışığında parlayan şakalarla, sebze bağına dadanan laneti masum bir mizahla harmanlar; aile izlemesi için pırıl pırıl bir ara duraktır.
Ton biraz koyulaşsın diyenler için çizgiler keskinleşir: Satoshi Kon’un Perfect Blue’su gerçeklikle imaj arasında akıl yürütürken tırnak sesleri çıkaran bir paranoya inşa eder; Yeon Sang-ho’nun Seoul Station’ı, salgının ilk saniyelerini kent ışıklarının titrek alanına taşır; Vampire Hunter D: Bloodlust gotik romantizmi uzayın soğuk boşluğuna savurur. Phil Tippett’in yıllar süren emekle ördüğü Mad God, dilini çoktan kaybetmiş bir cehennemin titreşimini duyurur; izleyenin bakışını bile ağırlaştıran bir karanlık.
Çocukluğun korku eğitimine selam vermek isterseniz, Monster House mahalledeki “o ev”le yüzleştirir; Scooby-Doo on Zombie Island ise serinin alışılagelmiş maskeli düzenini tersyüz ederek “bu kez gerçekten” doğaüstüne alan açar. Hafif şapşallıkla sıcak ürperti arayanlar için Alvin and the Chipmunks Meet the Wolfman doğru kapıdır; daha soyut, tuhaf ve yer yer tekinsiz bir deney için Ujicha’nın kes-yapıştır estetiğiyle kurulmuş Violence Voyager masum kâğıt figürlerin üzerine ağır bir kâbus indirir. Richard Adams uyarlaması Watership Down’ı ise “animasyon = çocuk işi” önyargısını kırmak için saklayın: toprağın altından gelen dehşet, yetişkin kalpleri de ikiye böler.
Bir miktar buhar, biraz pas ve isterseniz Elijah Wood’un sesiyle A.I.’nın kıyamet sonrası yankısı: Shane Acker’ın 9’u steampunk harabeleri arasında direnişin çocuk masalıdır. Gecenin sonuna yaklaşırken de çizgisel ritmi yumuşatıp nabzı düşürmek isterseniz, bazen yalnızca 79 dakikalık bir Wallace & Gromit macerası bile yeter: çizmeler mermilerin yerini alır, kahkaha tedirginliği seyreltir. Ama perdenizi bütünüyle karartmak istiyorsanız, Wicked City’nin 80’ler anime’sine özgü aşırılıkları ve beden-korkusu birleşimi, sabaha karşı göz kapaklarınıza ağır bir mühür basar.
Bu seçkinin güzelliği, “korku”nun tek bir estetikten ibaret olmadığını hatırlatmasında: düğme gözlerden neon kirine, dikiş izlerinden dijital parazite kadar her teknik, farklı bir ürperti dili konuşuyor. Cadılar Bayramı gecesi bir program yapın; önce stop-motion’un dokusuyla somutlaşan bir masal, ardından psikolojik bir halüsinasyon, arada bir iki nefeslik nostalji, sonra tekrar karanlığa iniş… Kısacası, animasyon yalnızca sevimliliğin değil, dehşetin de en esnek alfabesi. Perdeyi kapattığınızda geriye kalan, belki de tam da bu olur: çizgilerin arasında dolaşan bir ürperti, sabaha kadar solmayan.