Jean-Paul Sartre’ı anlamak istiyorsanız, işe şu cümleyle başlamalısınız: “Varoluş, özden önce gelir.” Bu, yalnızca Sartre’ın felsefesinin değil, aynı zamanda 20. yüzyıl düşünce dünyasında yepyeni bir dönemin kapısını aralayan varoluşçuluğun da temel ilkesidir.
Ama bu ne demek? Varoluş ne, öz ne? Bu yazıda tam da bu soruların peşine düşeceğiz. Hazırsanız Sartre’ın zihnine doğru bir yolculuğa çıkalım.
Varoluş ve Öz Nedir?
Öncelikle bu iki kavramı sadeleştirerek başlayalım:
“Öz” bir şeyin ne olduğunu, tanımını ifade eder. Mesela bir bıçak, kesmek için vardır. Önce bu “kesme işlevi” düşünülür, sonra bıçak üretilir. Yani öz, varoluştan önce gelir.
Ama Sartre’a göre insan böyle değildir. İnsan önce var olur (doğar, yaşar), sonra ne olacağına karar verir. Yani insanın özü, sonradan şekillenir.
Bu yüzden Sartre şöyle der:
“İnsan, önce vardır; kendini tanımlar, kendini kurar.”
İşte bu görüş, Sartre’ın varoluşçuluğunu klasik felsefeden ayırır.
Sartre’a Göre İnsan: Özgür, Yalnız ve Sorumlu
Sartre’ın dünyasında insan, tamamen özgürdür. İlk başta kulağa hoş geliyor değil mi? Ancak onun özgürlük anlayışı, sadece seçim yapma hakkı değil; aynı zamanda seçimlerinin sorumluluğunu taşıma zorunluluğu anlamına gelir.
Şöyle düşünün: Hayatta hiçbir yol size önceden çizilmemiştir. Ne din, ne gelenek, ne de doğuştan gelen bir amaç… Tüm anlamı siz yaratmak zorundasınız. Bu hem cesaret isteyen bir özgürlük, hem de ağır bir sorumluluktur.
Sartre bu durumu şöyle ifade eder:
“İnsan özgürlüğe mahkûmdur.”
Yani istemeseniz bile seçim yaparsınız, çünkü seçmemek de bir seçimdir. Kaçış yok.
Hiçlik: Sartre’ın Evreninde Anlamın Boşluğu
Sartre’ın bir diğer önemli kavramı da **“hiçlik”**tir. İnsan, varlıkların içinde bir boşluk yaratabilen tek varlıktır. Yani düşünebilir, sorgulayabilir, “Ben kimim?” diyebilir. Bu, varlığın içine bir tür hiçlik sokar.
Örneğin bir işiniz yoksa, o eksiklik yani “olmayan şey” sizi tanımlar. “İşim yok” demek bile o hiçliğin bir şekilde var olduğuna işaret eder. Sartre’a göre insan, bu hiçlik sayesinde anlam arayışına girer. Ve bu arayış, onu sürekli bir eylem haline sokar.
Tanrısız Bir Evrende Anlam Aramak
Sartre, tanrıtanımaz bir filozoftur. Yani onun dünyasında evrensel, aşkın bir anlam ya da dışarıdan gelen bir ahlak sistemi yoktur. Peki bu ne anlama gelir?
Demek oluyor ki, hiçbir “yukarıdan” gelen emir ya da değer size rehberlik etmez. Ne yaparsanız yapın, bu sizin seçiminizdir. Ve bu seçim, sadece sizi değil, aynı zamanda tüm insanlığı etkileyen bir örnek haline gelir. Sartre bunu şöyle açıklar:
“Bir insan bir tercih yaptığında, tüm insanlık adına seçim yapar.”
Bu yaklaşım, hem bireyi güçlendirir hem de onu bir tür etik baskı altına sokar. Kendi hayatınızı kurarken, insanlığa da örnek olduğunuzu bilmek – oldukça büyük bir sorumluluk.
Peki Ya Kaygı ve Sıkıntı?
Sartre’a göre bu özgürlük durumu, beraberinde kaçınılmaz olarak kaygıyı getirir. Çünkü artık başınıza gelenleri kader, toplum ya da tanrı değil; siz belirliyorsunuz. Bu düşünce kişiyi yalnızlıkla, belirsizlikle ve içsel bir çatışmayla baş başa bırakır.
İşte bu yüzden Sartre’ın edebi eserlerinde de sık sık sıkıntı, anlamsızlık ve bunalım temalarını görürüz. Özellikle Bulantı adlı romanında bu ruh halini birebir yaşatır.
Varoluşçuluk, Bir Düşünce Biçimi Değil; Bir Yaşam Biçimi
Sartre’ın varoluşçuluğu, sadece bir felsefi sistem değil; bir yaşam çağrısıdır. Kendi anlamınızı yaratmak, seçimlerinizin sorumluluğunu almak ve özgürlüğünüzle yüzleşmek… Zor, ama bir o kadar da insanî. Bugünün hızlı ve yönlendirilmiş dünyasında Sartre’ın bu düşüncesi bize şunu hatırlatıyor: Kim olduğumuz bize bağlı. Ve belki de bu düşünce, her şeyden daha umut verici.
Aklında bir şey mi var?
Show comments / Leave a comment