Kaleida, müzikte minimalizmi bir sanat haline getiren, Christina Wood ve Cicely Goulder’den oluşan İngiliz – Alman bir Dream-pop ikilisi. İki kadın, bir klavye, bir vokal ve sihir gibi bir bağlantı. Film sahnelerinden taşan melodileriyle hem John Wick’in kaosunu hem de Atomic Blonde’un stilini tamamladılar. Şimdi sıra İstanbul’da: rüyalar, sezgiler ve bir doz mistisizmle harmanlanmış bu enerjinin kaynağını konuşmak için Kaleida’dan Christina Wood ile bir araya geldik.
İki kadın bir araya geldiğinde havada mistik bir enerji oluştuğunu söylerler. Sizce bu bağlantı, Kaleida’nın sırrının bir parçası mı?
Kesinlikle öyle. İki erkeğin bizim müziğimizi yapabileceğine pek inanmıyoruz. (Gülüyor)
Kadınların müzikte ya da sanatta sezgisel olarak daha güçlü oldukları söylenir. Sezgi, yaratıcı sürecinizde önemli bir rol oynuyor mu?
Sezgi aslında benim yaratıcı sürecimin ta kendisi. Ne yaptığımı pek bilmiyorum, dürüst olmak gerekirse. (Gülüyor) Her şey büyük bir sisli rüya hali gibi ve müzik o rüya halinden çıkıp geliyor. Keşke daha formal bir müzik eğitimi almış olsaydım.
Biriniz vokalist, diğeriniz ise klavyeci ve besteci. Bu ikili dinamik nasıl işliyor? Şarkılar yaratırken genelde nereden başlıyorsunuz – melodi, sözler ya da tamamen hissiyat?
Her seferinde farklı oluyor. Bazen Cicely’ye bir şarkının iskeletini (akorlar, melodi gibi) gönderiyorum, o da onu prodüksiyon aşamasına taşıyor. Bazen o bana enstrümantal bir parça gönderiyor ve üzerine melodi yazıyorum. Bazen de stüdyoda bir araya gelip farklı sesleri ya da ritimleri deniyoruz. Hatta bazen yıllar sonra bir şarkıya dönüp ancak o zaman tamamlayabiliyoruz!
İkiniz de annesiniz! Sanatçı ve anne olmayı nasıl dengeliyorsunuz? Enerjinizi ve motivasyonunuzu nereden buluyorsunuz?
Dürüst olmak gerekirse, bu dengeyi iyi sağladığımı söyleyemem… Keşke müziğe daha fazla zaman ayırabilsem! Ama enerji ve motivasyon bulmak tamamen müzik yapmaya ve performans sergilemeye olan takıntımızla ilgili. Bu, yapmayı en çok sevdiğimiz şey.
Müziğiniz zamansız ve başka bir dünyadan gelmiş gibi hissettiriyor. Peki, rüya dünyanız nasıldır? Bir rüyadan ilham alıp şarkı yarattığınız oldu mu hiç?
Direkt olarak değil, ama her sabah rüyalarımı hatırlıyorum ve onlara oldukça dikkatliyim. Rüyalar bana ne hissettiğimi, korkularımı ya da içsel çatışmalarımı anlatıyor. Bu da doğal olarak müziğime yansıyor. Yazmak, içimde neler olduğunu anlamama ve bunları işlememe çok yardımcı oluyor. Dün gece, “Solet” adında bir köyde sıkışıp kaldığım bir rüya gördüm. Belki bu, yeni bir şarkının başlangıcı olur!
Bir şarkı yaratmak sizin için bir büyü yapmak gibi mi? Çünkü bana kalırsa sanatçılar dünyanın en büyük büyücüleri!
Kesinlikle, bu evrensel bir duyguyla bağlantı kurmak gibi. Derin bir his ve deneyim kuyusuna dokunuyorsunuz, bu da büyülü bir şey. Bir şarkı işe yaradığında, o derinliği tüm benliğinizde hissediyorsunuz.
Müziğinizde minimalizmin güçlü bir etkisi var. Minimalizm sizin için bir tür özgürlük mü, yoksa bazen sınırlayıcı olabiliyor mu?
Minimalizm benim için nefes almak ve sakinleşmek gibi bir şey. Lapland gibi boş ve huzurlu yerleri seviyorum. Müziğimizde de bu alanı korumayı seviyoruz çünkü hislerin ve dinleyicinin duygu dünyasının ortaya çıkmasını sağlıyor. Ama aynı zamanda her öğenin bir amacı olması gerektiği anlamına geliyor. Karmaşayı sevmiyoruz; her şeyin bilinçli bir seçim olmasını istiyoruz.
John Wick ve Atomic Blonde gibi yapımlarda şarkılarınız yer aldı. Bu sizin için nasıl bir deneyimdi? Sürpriz miydi, yoksa hep hayalini kurduğunuz bir şey mi?
Think parçasını, filmin editörü Polonya’da verdiğimiz bir konser sonrası dinleyip bizimle iletişime geçerek istedi. Tabii ki kabul ettik, ama şarkının final kurguda kalmasını hiç beklemiyorduk! Ayrıca filmin böyle bir kült haline geleceğini de tahmin etmemiştik. Bu fırsat, bizim için birçok kapıyı açtı ve minnettarız.
Farklı sanat dallarıyla iş birliği yapmayı düşünür müsünüz? Örneğin, modern dans, görsel sanatlar ya da tiyatro?
Kesinlikle, diğer sanatçılarla iş birliği yapmak bizim için bir onur olurdu. Her türlü fikre açığız, bize gönderin!
İstanbul’da bir konseriniz var! Türk kültürüne aşina mısınız? İstanbul ya da Türkiye hakkında özellikle merak ettiğiniz bir şey var mı?
Türkiye’ye daha önce dört kez geldim ve gerçekten çok seviyorum. Efes antik kenti beni çok etkiledi. İstanbul’a gelirken, burada indie müzik sahnesinin nasıl olduğunu ve gençlerin neler hissettiğini görmeyi çok merak ediyorum.
Sizce müziğiniz bir kültürel köprü olabilir mi? Türkiye’nin saz ya da ney gibi geleneksel enstrümanlarını elektronik müziğinizle harmanlamayı hiç düşündünüz mü?
Bu harika olurdu. Saz gerçekten çok güzel bir enstrüman. Bu fikri sunduğunuz için teşekkürler!
Son olarak, geçmişteki kendinize göndermek için bir şarkı yazacak olsaydınız, o şarkının mesajı ne olurdu?
Biraz daha risk al!
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum yap