Yeni Zelanda’nın sisli tepelerinde, bir oğul annesinin cenazesi için eve döner. Ancak bu dönüş, geçmişle bir hesaplaşmadan çok, bir ruhun gölgesinde yeniden doğuşa dönüşür. Samuel Van Grinsven’in yönettiği Went Up the Hill, yas, travma ve aidiyet üzerine kurulmuş bir hayalet hikâyesi gibi başlar ama kısa sürede bunun ötesine geçer — hem ölümün hem de hatıraların insan üzerinde bıraktığı izleri sessizce anlatır.
Filmde Dacre Montgomery, annesinin ölüm haberini aldıktan sonra çocukluğunun geçtiği uzak kasabaya dönen Jack’i canlandırıyor. Cenazede annesinin dul eşi Jill (Vicky Krieps) ile tanışır. Ancak bu tanışma, bir vedadan çok, geçmişin yeniden beden bulduğu bir karşılaşmadır. Elizabeth’in ruhu — ölen annenin huzursuz varlığı — hem Jack’i hem Jill’i sırayla ele geçirir. Böylece film, doğaüstü bir hikâyeyi, aile içi suçluluk, kırılma ve bastırılmış sevgi temalarıyla örer.
Van Grinsven, izleyiciyi bir korku anlatısının kolay heyecanına değil, atmosferin ağırlığına bırakıyor. Uzun sessizlikler, yankılanan ayak sesleri, duvarların rutubetli dokusu… Tüm bu unsurlar bir korku efektinden çok, bir hatıranın yankısı gibi çalışıyor. Sinematografi (Tyson Perkins) doğanın dinginliğiyle iç mekânın boğuculuğu arasında bir gerilim kuruyor; dışarısı özgürlük, içerisi ise geçmişin hapishanesi.
Dacre Montgomery ve Vicky Krieps’in performansları, karakterlerin sınırlarının birbirine karıştığı bir duygusal atmosfer yaratıyor. İkisi de aynı acının iki farklı yankısı gibi; biri kaçmaya, diğeri hatırlamaya çalışıyor. Yönetmen bu içsel çatışmayı fiziksel bir deneyime dönüştürüyor — bedenin ve ruhun birbirine geçişini, sahiplenilmenin ve kaybolmanın aynı anda yaşandığı sahnelerle.
Filmde “Jack and Jill” çocuk şarkısına yapılan göndermeler, sadece isimsel bir oyun değil; düşüş, tekrar ve yeniden tırmanma metaforunun sessiz bir uzantısı. Her iki karakter de kendi içlerindeki tepeleri tırmanıyor — biri geçmişten kaçmak için, diğeri geçmişi anlamlandırmak için.
Went Up the Hill, modern sinemanın yeni diline ait bir yapım: korku ve dram arasında, bilinçli bir yavaşlıkla ilerleyen, psikolojik gerilimi sessizlikte arayan bir film. Van Grinsven’in kamerası, izleyiciyi korkutmaktan çok, hissettirmeye çağırıyor. Film bittikten sonra bile o evin duvarları, o sisli tepeler, o yankılanan ayak sesleri akılda kalıyor.
Apartman No:26 Notu:
Samuel Van Grinsven’in Went Up the Hill’i, travmanın görünmeyen biçimlerine bir ağıt gibi yaklaşıyor. Korkunun kaynağı doğaüstü değil; bastırılmış anıların kendisi. Film, bir hayalet hikâyesi değil, geçmişin insanı nasıl ele geçirdiğinin sessiz bir metaforu. Sessiz, kırılgan ve kalıcı bir iz bırakıyor.