Harris Dickinson’ın ilk uzun metrajı Urchin, izleyiciyi rahat ettirmek gibi bir derdi olmayan filmlerden. Londra sokaklarında başladığı yerden, zihnin en karanlık dehlizlerine kadar inen, kirli, kırılgan ve yer yer halüsinatif bir yolculuk bu. Merkezde ise, hayatta kalmaya çalışan tek bir beden var: Mike. Evsiz, bağımlı, yeni bir başlangıcın ucundan tutmaya çalışan ama her an elinin kayabileceğini bilen biri.
Film, bağımlılık anlatılarının alışıldık “düşüş–toparlanma–umut” şablonunu takip etmiyor. Tam tersine, umut ihtimalinin bile ne kadar kırılgan olduğuna odaklanıyor. Ve bunu yaparken, sert sosyal gerçekçilikle psikolojik sürrealizmi iç içe geçiriyor.
Londra’nın Görmediğimiz Yüzü: Mike’ın Daralan Evreni
Mike’ın hayatına hapishane sonrası bir “yeniden başlama” anında giriyoruz. Üzerine tutulan ışık romantik değil; ne kurtarıcı bir sistem, ne de mucizevi bir ikinci şans var. Küçük bir oda, kırılgan bir iş ihtimali, katı kurallarla işleyen bir hostel… Yani, “normale dönmenin” kağıt üzerinde mümkün olduğu ama gerçekte her an dağılıp gidebileceği bir yapı.
Urchin, evsizliği fonda bir sosyolojik veri olarak kullanmıyor; tam tersine bedenin, zihnin ve duygunun üzerinde bıraktığı izi merkeze alıyor. Mike’ın şehirle kurduğu ilişki, mekân üzerinden değil, dışlanma hissi üzerinden anlatılıyor: tren istasyonları, ara sokaklar, geçici barınaklar, hep bir “kalınamayan yer” duygusuyla geliyor karşımıza.
Bu anlamda film, Londra’yı bir arka plan olmaktan çok, karakterleri eleyen, eleyen, eleyen bir makine gibi gösteriyor.
Sosyal Gerçekçilik + Psikolojik Sürrealizm: Zihnin İçine Düşmek
Filmin en çarpıcı tarafı, ham gerçekçilikle halüsinatif sekansları yan yana getirme cesareti. Günlük hayatın bulanık, gri ve kirli görüntülerinin arasına aniden sızan sembolik sahneler; Mike’ın iç dünyasına açılan kısa ama sert çatlaklar gibi.
Bu sekanslar, bağımlılığı “bir madde kullanma hâli” olarak değil, zihnin yavaş yavaş çözülmesi olarak gösteriyor. Gerçeklik, suçluluk, travma ve pişmanlık; tek bir düz çizgi üzerinde değil, parçalı ve tekrar eden bir döngü hâlinde ilerliyor.
Kimi seyirci için bu yapının yorucu ve zorlayıcı olacağı kesin. Ama tam da bu kararsız tonal yapı, Mike’ın yaşadığı zihinsel kırılmanın estetik karşılığı. Film, konforlu bir anlatı kurmuyor; özellikle son bölümde, gerçek ile halüsinasyon arasındaki sınırlar iyice inceliyor.
Frank Dillane: Bedensel Bir Performans, Kırık Bir İnsanın Ağırlığı
Mike rolündeki Frank Dillane, filmin taşıyıcı gücü. O kadar bedensel, o kadar “deriyi içerden zorlayan” bir performans veriyor ki, hikâyenin duygusal yükü çoğu zaman diyaloglardan değil, omuzların düşme biçiminden, bakışların boşa kaymasından, küçük tiklerden taşınıyor.
Cannes’daki En İyi Erkek Oyuncu (Un Certain Regard) ödülü tesadüf değil; Dillane’in performansı, bağımlı karakter klişesinin çok ötesinde, neredeyse şeffaf bir kırılganlık öneriyor. Ne romantize ediyor, ne de demonize. Bir insanın, sistemle ve kendisiyle aynı anda kavga ederken nasıl paramparça olabileceğini gösteriyor.
Harris Dickinson’ın oyunculuktan gelen sezgisi, burada çok belirgin: kamera Mike’ın üzerinde asla “acıyan” bir göz gibi durmuyor, ama onu yargılamıyor da. Bu mesafesizlik, filme hem büyük bir empati alanı açıyor, hem de zaman zaman seyirciyi rahatsız edecek bir yakınlık yaratıyor.
Bağımlılık, Sistem ve Suçun Ötesi
Urchin, bağımlılığı ahlaki bir çöküş olarak değil, çıkışı olmayan bir döngü olarak okuyor. Filmdeki en acı taraflardan biri, Mike’ın defalarca “iyi olmaya” niyetlenmesi, ama etrafındaki sistemin bu niyeti taşıyamayacak kadar zayıf olması.
Rehabilitasyon, destek mekanizmaları, sosyal hizmetler… Kağıt üzerinde varlar, ama pratikte hep bir adım geride kalıyorlar. Film burada slogan atmıyor; ama kurumların, travma ve bağımlılık söz konusu olduğunda ne kadar yetersiz kaldığını hissettirecek kadar dürüst. Mike’ın relaps anları, “zayıflık” değil; sistemin deliklerinden düşen birinin kaçınılmaz çarpışmaları gibi.
Bu yüzden Urchin, sadece bir “bağımlı karakter filmi” değil; aynı zamanda şehir, yoksulluk, görünmezlik ve modern yalnızlık üzerine çok sert bir metin.
Yapı, Tempo ve Bölünebilirlik
Filmin ritmi bile isteye düzensiz. Bazı sahneler, seyirciyi nefes nefese bırakırken; bazı anlarda Urchin neredeyse duruyor, bekliyor, sürünüyor. Bu, kimileri için eksiklik gibi okunabilir. Ama Mike’ın zihinsel hâlini düşündüğümüzde, bu dalgalanma oldukça organik duruyor.
Sürreal sekanslar, kimi izleyici için “fazla” gelebilir; özellikle daha klasik, lineer bir bağımlılık anlatısı bekleyenler için film bir noktadan sonra “zor bir seyirlik” hâline gelebilir. Fakat tam da bu kırılmalar, Urchin’i festival sinemasının tam göbeğine yerleştiriyor.
Urchin Kime Hitap Ediyor?
-
“Biraz ağır ama gerçek olsun” diyen,
-
Karakter odaklı, performans merkezli filmleri seven,
-
Sosyal sorunları romantize etmeden, süsleyip parlatmadan anlatan sinemaya yakın duran,
-
Sürreal dokunuşlardan kaçmayan, kapı açık bırakılmış finalleri seven
izleyiciler için Urchin oldukça güçlü bir deneyim sunuyor.
Konfor arayan, net cevaplar bekleyen, bağımlılık temasını “umut dolu” bir çerçeveyle görmek isteyenler içinse film ağır, hatta yıpratıcı gelebilir.
Apartman No:26 Notu
Zor, Çıplak ve Uzun Süre Aklınızdan Çıkmayacak
Urchin, tür olarak “prestij bağımsız dram” etiketine rahatlıkla oturuyor; ama onu esas özel kılan, duygusal dürüstlüğünden ödün vermemesi. Harris Dickinson, ilk filminde, anlatıyı pürüzsüzleştirmek için hiçbir köşeyi yuvarlamıyor. Yapı zaman zaman sallanıyor, tempo dağılıyor, ama duygusal doğruluk hiç düşmüyor.
Sonuçta geriye, Londra’nın kıyısında, şehrin görmezden geldiği bir adamın yüzü kalıyor aklımızda. Yere bakarken, duvara yaslanırken, bir şeye tutunmaya çalışırken…
Urchin, seyrederken yorulduğunuz ama bittiğinde kolay kolay unutamadığınız filmlerden.












