Akıştasın: Mr. Scorsese: Sinemanın Sonsuzluğuna Yazılmış Bir Ağıt

Yükleniyor
svg

Mr. Scorsese: Sinemanın Sonsuzluğuna Yazılmış Bir Ağıt

Ekim 7, 20255 dk okuma süresi

Martin Scorsese hakkında yeni bir şey söylemek zor. Seksenli yaşlarının başında hâlâ film çekiyor, hâlâ risk alıyor, hâlâ sinemayı bir inanç gibi savunuyor. Rebecca Miller’ın yönettiği Apple TV+ yapımı Mr. Scorsese, bu inancı ve takıntıyı merkezine alan, yönetmene hem bir teşekkür hem de bir vedalaşma hissi taşıyan belgesel dizisi.

Miller, Scorsese’nin ömrünü anlatırken onu çözümlemeye çalışmıyor — çünkü çözülecek bir karakter değil, yaşanacak bir tutku. Kamera her daim onun peşinde, elleriyle anlatan, cümlelerini hızla yutan, sinemayı neredeyse tıbbi bir ihtiyaç gibi gören bir adamın ritminde ilerliyor.

Bir Çocuğun Penceresinden Başlayan Hikâye

Belgesel, klasik bir biyografi yapısından çok, Scorsese’nin çocukluğuna doğru sessiz bir yolculuk gibi. Bronx’un kavurucu yazlarında, astım krizleriyle boğuşan küçük bir çocuğun serin sinema salonlarına sığınışıyla başlıyor her şey. “O yüzden yüksek açılardan çekmeyi seviyorum,” diyor Scorsese. “Çünkü çocukken, hep pencereden aşağıya bakardım.”

Bu cümleyle birlikte Miller, yönetmenin filmlerinden bir montajla yanıt veriyor: Taxi Driver, Goodfellas, Mean Streets… O çocuk hâlâ orada; sadece kamerası var artık.

Spike Lee’nin belgeseldeki kısa ve neşeli cümlesi ise hem mizahi hem dokunaklı:

“Tanrı’ya şükür astımı varmış!”

Yıllara Karışan Bir Filmografiyi Anlatmak

Mr. Scorsese, yönetmenin filmografisini doğrusal biçimde izliyor ama her bölüm bir kavşak gibi. NYU’daki öğrencilik yılları, Cassavetes’ten aldığı “kendin için film çek” öğüdü, Mean Streets’in sarsıcı çıkışı, Raging Bull’un fiziksel ve ruhsal sınırları zorlayan üretim süreci… Her dönem, aynı soruya dönüyor: Sinema onsuz nasıl olurdu?

De Niro’nun sessiz ama derin katkısı, DiCaprio’nun enerjisiyle birleşiyor. Belgesel, bu iki aktörün Scorsese’nin farklı dönemlerinde nasıl iki damar oluşturduğunu hissettiriyor: biri içe dönük, suçun ve inancın gölgesinde; diğeri parlak, modern, yeniden doğmuş bir Scorsese’nin temsili.

Bazı filmler — After Hours gibi — kısaca geçilse de, anlatı hep “neden bu adam hâlâ film çekiyor?” sorusuna odaklanıyor. Cevap açık: çünkü nefes almak gibi bir şey bu onun için.

Bir Hayatın İçinde Sinema, Bir Sinemanın İçinde Hayat

Belgesel boyunca Scorsese’nin birlikte çalıştığı efsanevi isimler — editörü Thelma Schoonmaker, De Niro, DiCaprio, hatta kızları — konuşuyor. Fakat her anlatı dönüp dolaşıp tek bir yere çıkıyor: bir adamın, filmlerini değil kendini anlamaya çalışması.

Miller’ın kamerası, bu adamın hâlâ çocukluğundaki pencereye baktığını biliyor. Ama o pencerenin dışındaki dünya artık değişti; New York artık o New York değil. Yine de, Scorsese’nin kamerası hâlâ aynı şeyi arıyor: insanın karanlıkla mücadelesi.

Bir Saygı Duruşu, Bir Hatırlatma

Mr. Scorsese, yeni bir bilgi sunmaktan çok, bir duyguyu yeniden yaşatıyor: o sinemaya duyulan saf hayranlığı. Belgesel, kimi zaman komik, kimi zaman melankolik. Ancak her anında şunu hissettiriyor: sinema tarihinin en insani yönetmenlerinden birine tanıklık ediyoruz.

Rebecca Miller’ın anlatımı incelikli, Scorsese’nin sesi ise hâlâ genç, hâlâ tutkulu. Her “cut” deyişi, bir film setinden değil, kalbinin derininden geliyor gibi.

Apartman No:26 Notu

Mr. Scorsese, bir belgeselden öte, bir mektup gibi: sinemayı seven herkesin, ona bir kez daha “iyi ki varsın” deme fırsatı. Rebecca Miller, bir efsaneyi anlatmıyor — onun nefesini, takıntısını, mizahını, inancını belgeleyen bir anı kapsülü yaratıyor.
Scorsese’nin sineması gibi: dürüst, canlı, insan kokan.

Apple TV+’ta 17 Ekim’den itibaren yayında.

Bu haber adada kalmaya devam etsin mi?

0 People voted this article. 0 Upvotes - 0 Downvotes.
Yükleniyor
svg