Bir filmi, kaynağı olan bir romandan daha iyi yapan şey nedir? Çoğu zaman bu, bir yönetmenin vizyonu ve metne kattığı cesur dokunuşlardır. David Fincher’ın **”Fight Club”**ı da tam olarak böyle bir hikayeye sahip. Yıllar sonra bile popüler kültürde yerini koruyan bu filmin, ilk senaryo taslağında çok daha az ısırdığını biliyor muydun? O meşhur, alaycı ve akıldan çıkmayan dış ses, neredeyse filmde hiç olmayacaktı.
Fincher, Chuck Palahniuk’un romanının ilk senaryo uyarlamasını okuduğunda, çok sert bir eleştiri yapmış. Senarist Jim Uhls‘e, “Bu üzücü ve acınası. Sadece hüzün ve insanların korkunçluğu var. Anlatıcının düşündüklerinden bahsettiği o kısım nerede?” diye sormuş. Senarist, dış sesin bir “destek” olduğunu söyleyince Fincher, “Hayır, dostum, bizim alaycı ve satirik olmamız için tek şansımız bu,” diye ısrar etmiş. Neyse ki Fincher’ın bu içgüdüsü sayesinde, film o karamsar ve depresif tonun ötesine geçerek, acımasız bir komediye ve toplumsal eleştiriye dönüştü.
Filmin anlatıcısı, hayattan bezmiş, sigorta şirketinde çalışan sıradan bir insandı. Onun iç sesi, bizlere sadece bir olayın akışını değil, aynı zamanda modern dünyanın getirdiği yabancılaşma ve tüketim çılgınlığı üzerine keskin bir bakış açısı sunuyordu. Ne yazık ki, filmin asıl eleştirel yönü, birçok izleyici tarafından kaçırıldı ve Tyler Durden, filmin kahramanı sanıldı. Ancak Fincher’ın senaryoya eklediği bu dış ses, filmin aslında bu tehlikeli ideolojiyi bir mizah ve hiciv aracı olarak kullandığını gösteriyordu. Bu tek yaratıcı dokunuş, “Fight Club”‘ı sadece bir aksiyon filminden çıkarıp, sinemanın en zeki ve en çok konuşulan eserlerinden biri haline getirdi.
Bazen bir sanat eserini, ona inanılmaz bir derinlik katan o küçük, cesur kararlar belirler. Ve Fincher’ın dış ses konusundaki ısrarı, “Fight Club”‘ı tam da bu yüzden bir başyapıt yaptı.