Ahmet Ümit, 2021 yılında çıkan “Kayıp Tanrılar Ülkesi” romanının ardından uzun bir süre sonra merakla beklenen kitabı “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nı yayımladı. Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan kitap, Ahmet Ümit’in en güncel romanı olmakla birlikte, Başkomiser Nevzat’ın şu ana kadar gün yüzüne çıkmayan tüm geçmişini, yaşadığı psikolojik problemlerin neticelerini ama en çok da karısının ve kızının katillerini bulmasıyla da Ahmet Ümit’in “Başkomiser Nevzat” romanları arasında ilk sıraya oturuyor. Türkiye’nin son yirmi yıldır içinde bulunduğu sosyopolitik ve sosyopsikolojik ortamı birebir anlatan “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nı, kitabın edindiği konuların gerçekteki yansımalarını, Nevzat’ın akıbetini Ahmet Ümit’le konuştuk…
“Yırtıcı Kuşlar Zamanı”, kelimesi kelimesine günümüz Türkiye’sinin bir fotoğrafını çekiyor. Interpol’le aranan yabancı mafyalar, onlarla iş tutan siyasiler, emniyetteki çürükler, herkesin birbirinin kuyusunu kazma hırsı, görevden çoktan uzaklaşmasına rağmen hâlâ eli kolu devletin bir yerinde olanlar, uyuşturucu… Ne oldu ve oluyor bize? Önce buradan başlamak isterim…
Son yirmi yıldır Türkiye’de alışıldık devlet geleneğinin dışında bir durum var. Alışıldık derken Türkiye’de yirmi yıl önce şahane bir demokrasi olduğunu kastetmiyorum. Türkiye Cumhuriyeti 101. yılını kutluyor ama hâlâ şahane bir demokrasiyle taçlanmadı. Demokrasiyi kuramadık. Yirmi yıl önce de kuramamıştık ama devletin bir ciddiyeti, bir liyakat vardı. Tam demokratik olmasa da yasalar vardı ve bu yasalara uyuluyordu. Ama son yirmi yılın özellikle son on yılında bu liyakat, yasalara, kanunlara uymanın yerini tümüyle keyfilik aldı. Gücü elinde bulunduranlar ne yasaları ne Anayasa’yı uyguluyorlar. Dünyayı da çok ciddiye almıyorlar. O yüzden de dünyada Interpol tarafından aranan bir uyuşturucu kaçakçısı Türkiye’ye geliyor, 250 bin dolar verip Türk vatandaşı oluyor ve biz Türk vatandaşı olduğu için onu teslim etmiyoruz. Yahut uyuşturucu aldı başını gitti. Hayatın her alanında yolsuzluk, kuralsızlık görüyoruz. Beline silahı takan istediği gibi birisini vurabiliyor. Bu kadar çok insanın öldürüldüğü bir dönemi hatırlamıyorum ben. Çünkü insanlar devlete güvenmediklerinde kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışıyorlar ya da kendilerini bu şekilde korumak istiyorlar. O zaman da gücü yeten, gücü yetene durumu ortaya çıkıyor ve ilkel zamanlara ait kısasa kısas hukukunun ortaya çıkarıyor. Maalesef Türkiye’de son on yılda yaşadığımız vaziyet budur.
Bahsettiğiniz, kör topal da olsa ilerleyen devlet geleneğinden çıkıp kabile devletine döndük gibi geliyor bana…
Direkt öyle olduk. Zaten burada artık demokrasiyi falan tartışmıyoruz. Daha önceden de şahane bir demokrasimiz yoktu. Ama yasalar vardı ve herkes bu yasalara uymak zorundaydı. Fakat bugün, özellikle iktidar yanlısı olanlar için bir çifte standart söz konusu. İktidardan yana olmayan vatandaşlar için başka bir standart söz konusu. Ortada kalan vatandaşlar da arada gidiyor ve tüm bunların hepsi toplu bir yıkımı, toplu bir yozlaşmayı beraberinde getiriyor. Bu da elbette ekonomiye yansıyor. Halkın çoğu, “Demokrasiden bana ne. Ben karnımı doyurur yaşarım,” diyor ama böyle bir şey yok. Eğer demokrasi yoksa, hukuk yoksa ekonomi patlıyor, insanların gelir düzeyi düşüyor, açlık sınırının altına yaşamaya başlıyorlar.
Bu da suçu doğuruyor…
Tabii ki.
Bu saydıklarımın dışında, bir tarafta da hâlâ iyi olanlar ve iyi kalmaya çalışanlar var. Nevzat gibi, Evgenia gibi, Ali ve Zeynep gibi, hatta Sabri Müdür gibi… Böyle baktığımızda da ortaya hem toplumsal hem de kişisel olarak ikiye bölünmüş bir insan tipi ortaya çıkıyor. Ümidini tamamen kaybetmişler ve içlerinde kırıntı kadar dahi olsa umut taşıyanlar… Bu ayrışmayı nasıl okumalıyız?
Eğer Türkiye gerçekten liyakat dönemine dönmezse, taşlar yeniden yerine doğru biçimde oturmazsa ülke yıkılır. Her açıdan yıkıma gidiyor ülke. Ekonomi yerlerde sürünüyor, sosyal barış yerlerde sürünüyor çünkü insanlar birbirilerine düşman gözüyle bakıyor. Ülke iktidar yanlısı olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölünmüş durumda. Ama değişecek. Kör topal da olsa demokrasi geldiğinde ülke yürüyecek. Şimdi yürüyemiyor bile. O yüzden ben umutsuz değilim. Çünkü gidilecek yolun bu olduğu önümüzde bir zorunluluk olarak durduğu sürece Türkiye bu bataklıktan çıkacaktır.
“Yazar” Ahmet Ümit’e değil de, “okur” Ahmet Ümit’e söz verelim. Bir “okur” olarak Ahmet Ümit, başka bir yazar tarafından kaleme alınan “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nı okusaydı ne düşünürdü? Kitabın gerçekliğini sorgular mıydı?
Kimse kitabın gerçekliğini sorgulamıyor çünkü çok fazla gerçek var! (Gülüyor.) Kitabın zor kısmı da bu aslında. Biz yazarlar, bir süre sonra yazarız. Sıcağı sıcağına yazmayız, biz gazeteci değiliz. Ama bu kitaptaki gerçekler, bugün de devam eden gerçekler. Benim yazdıklarım bir televizyon kanalında her an karşıma çıkabilecek şeyler. Ama buradaki mesele şu: Bir gazeteci bunu anlatırken bir haber olarak ele alır ve öyle yazar. Bir hukukçu bu meseleyi anlatıyorsa bilimsel açıdan ele alır. Ama ben bir yazar olarak kitaptaki konuyu sosyopsikolojik olarak ele alıp tam da edebiyatın yapması gerektiği gibi büyük bir resim çiziyorum. Başka biri yazmış olsaydı bu kitabı, gerçeklere değiniyor diye beğenirdim muhtemelen.
Yazdığınız her kitap öncesinde, yoğun bir araştırma sürecinden geçtiğinizi biliyorum. Kaynaklardan yararlanma dışında, özellikle “Kayıp Tanrılar Ülkesi”nde olduğu gibi “saha”ya da iniyorsunuz. O havayı, atmosferi soluyorsunuz. Bu bakımdan kitaplarınızın sadece bir fikirle başlayıp, onun üzerinden ilerleyerek ortaya çıktığını düşünmüyorum. Ancak “Yırtıcı Kuşlar Zamanı” için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kitabı bitirdikten sonra “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nın en kolay yazdığınız kitabınız olduğu düştü aklıma. Bir hafta değil, bir gün boyunca yandaş-muhalif fark etmez, haber kanallarını izleseniz, sosyal medyayı, haber sitelerini takip etseniz, böyle bir kitabın bel kemiğini ortaya çıkarırsınız sanırım…
Doğru. Çok doğru. Böyle bir kitap için çok büyük araştırmalar yapmama gerek yoktu çünkü o araştırmanın tamamen bunun içinde yaşıyorum. “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nı yazarken pek çok bilgiye ulaşıyordum ancak bu bilgiler bende şöyle bir şey yaratıyordu: Konuştuğum kanun adamları, hukukçular, emniyet mensuplarının anlattıkları doğrudan benim hayatımı etkileyen şeylerdi. Elbette ismini vermeyeceğim ama mesela kitaptaki Sırp mafyasının avukatı birebir gördüğümüz bir adamdı. Böyle insanlar var ve bu insanların varlığı tüm vatandaşlar gibi beni de öfkelendiriyor. Bu kitapta beş yıllık bir araştırma yok ama yirmi yıllık bir yaşanmışlık var.
Gündelik hayatı temize çekmek gibi değil mi biraz bu durum?
Aynen öyle. İnsanlar bu kitabı bu yüzden çok sevdiler çünkü günlük hayatın içinde tek tek, bir puzzle parçaları gibi karşılarına çıkan şeyleri bir bütün olarak gördüler. Aslında bir yazar olarak günceli anlatmak çok riskli bir şeydi benim için.
Ne açıdan riskli?
Güncel olanı romanlaştırmak çok zordur. Çünkü birer gazete haberi bunlar. Haberi alıp döküyorsun ama sonuçları ortaya çıkmamış daha. Mesela Susurluk Olayı’nı yazdım ama aradan yıllar geçtikten sonra “Kukla” romanımda yazdım. Ama bugün yazdıklarımın sonuçlarını görebiliyorum. Ülke yıkıma doğru gidiyor. Bu yolun doğru bir yol olmadığını, bu yolun bu ülkenin insanlarına mutsuzluk getireceğini değil getirdiğini görüyorum. Bugün içinde yaşadığımız, karanlık, fırtınalı bir dönem ve bunu anlatmam gerekiyordu. Çünkü bu benim sorumluluğumdu. Ülkede tüm bunlar olup biterken ben sonu bilinmeyen birtakım polisiye romanlar yazıp insanları kendime hayran bırakmaya devam edemezdim. Bir şeyler söylemem gerekiyordu. Bunu da en iyi yazarak söylüyorum. Kendimce beni rahatlatan bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
Kitabı yazmaya karar verdiğiniz bir kırılma anı oldu mu? Yoksa tüm saydıklarımızın birikmesiyle “Artık yeter!” diyerek mi yazmaya başladınız?
“Artık yeter!” noktasına geldim gerçekten. Türkiye’de yaşayan herkes, her gün bu noktaya geliyor bence. Bir araştırma yapmışlar. En sinirli ülke bizmişiz çünkü kendimizi gerçekleştiremiyoruz. Bizi engelliyorlar. İstediğimiz hiçbir şeyi yapamıyoruz. Birileri bir karar alıyor ve biz bu karara uymak zorunda kalıyoruz. O noktada hepimiz bir boğulma hissi yaşıyoruz. “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”yla o boğulma içinden kendi çığlığımı atma fırsatı buldum.
Bulamayanlar ne yapmalı?
Herkes yazar veya sanatçı değil elbette. Örgütlenmeliler. Sadece büyük politik bir örgütlenmeden bahsetmiyorum. Mahallede de örgütlenmeliler. “Hayır!” demek lazım, sesimizi çıkarmak lazım. Ya bu duruma karşı çıkacağız ya da kanserden, mutsuzluktan öleceğiz. İntihar edeceğiz! Birbirimizi öldüreceğiz. Bir yıkıma doğru gidiyoruz. Herkesin bir şekilde “Hayır!” demesi lazım.
Kitabın bana göre konusuyla kafa kafaya giden bir tarafı da Nevzat’ın geçmişini tüm çıplaklığıyla anlatıyor oluşunuz. Nasıl ve neden bu kitapta Nevzat’a dair bilinmeyenleri anlatmaya karar verdiniz?
Aslında daha önce bunu anlatmam gerekiyordu. Adam çok başarılı, herkesin sevdiği bir polis ama karısıyla kızının katilini bulamamış. Ya bunu sonsuza kadar böyle devam ettirecektim ya da bir yerde anlatmam gerekiyordu. Bugün yaşadıklarımızın, bunu anlatmak için çok elverişli bir ortam yarattığını fark ettim. Yazmaya başlamadan önce Nevzat’ın durumuyla ilgili kafamda bir kurgu yoktu. Yazarken ortaya çıktı bu. Sonuçta polisiye roman karanlığa yapılan bir yolculuk olduğu için sisli bilinç, sisli akıl, unutma meselesi her zaman çok caziptir. Klişedir de aslında. Zaten bu kitapta orijinal olan bir şey yok! Her şey çok sıradan! Sıradanın değeri kıymetli kılıyor kitabı.
Sıradanı değerli yapmak da zordur aslında.
Çok zordur. O yüzden Nevzat’ın karısının ve kızının katillerini bulması gerekiyordu. Ama Nevzat devam edecek. Sürekli Nevzat yazamam. Sıkılıyorum. Birkaç kitap sonra Nevzat tekrar ortaya yine güncel bir olayla çıkacak çünkü Nevzat güncel olana tam oturuyor.
“Yırtıcı Kuşlar Zamanı” bana göre sizin külliyatınızdaki “Başkomiser Nevzat” romanlarınız içinde birinci sırada yer alıyor. Çünkü neredeyse romanın tek öznesi pozisyonunda…
Çok doğru. Bundan önce romanlarda Nevzat olaylara dışarıdan müdahil oluyordu ve biz o cinayeti çözüyorduk. Burada da Nevzat dışarıdan bir cinayetle karşılaşıyor ancak kendini bir anda olayların içinde buluyor. Sadece kendisinin içinde olduğu bir cinayeti çözmüyor aynı zamanda kendine yönelik tehditleri de bir şekilde bertaraf etmek, ona yönelik bir komployu da çözmek zorunda. Bunu yaparken de derin bir psikolojik sıkıntı içine düşüyor. Ara ara katilin kendisi olabileceği ihtimali üzerinde bile düşünmeye başlıyor. Ama doğrusu da budur zaten, roman budur. Ana karakterimizin ruhunda olan fırtınalar, bu fırtınalarla alt üst olması, adaletsizliğin bizzat onu tehdit ediyor olması bütün bunların hepsine verdiği psikolojik, düşünsel, duygusal tepkilerin hepsi romanda var.
Türkiye’de güncel ve politik olana müzik, sinema hatta son dönemde televizyon dizileri dahi daha fazla yer veriyor. Politik edebiyat, genelde darbe dönemlerini anlatan kitaplardan oluşuyor. Bugüne bakan, bugünün toplumsal derdini anlatan kitaplara neden rastlayamıyoruz? Kadın meselesi?
Bence rastlamamız gerekir, yazılması gerekir. Çünkü çok önemli bir dönemden geçiyoruz. Bir asır devirdik biz ve bu bir asır içinde son yirmi yıl çok özel bir yer tutuyor. Tek parti dönemi de kuşkusuz çok önemliydi, Abdülhamit dönemi önemliydi, İttihat Terakki dönemi önemliydi ve bunlar yazıldı. Darbe dönemleri yazıldı. Bu dönemin de yazılması lazım. Bu son derece haklı bir soru. Bizim yazarlarımızın bu dönemi ele alması, anlatması gerekiyor. Totaliterleşmeni, otoriterleşmeni, Türkiye’nin Siyasal İslam’la tanışmasını bizzat roman kahramanlarıyla anlatmak gerekiyor. Biraz çekiniyor da olabilir insanlar haklı olarak.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum yap