Tarihin çöplüğü, kendinden olmayana, doğaya, sanata, fikre, düşünceye sahip olana karşı çıkanları zorla susturmak isteyenlerle
dolu. Milyonlarca insan için onlar, “kimsesizler mezarlığı”nda yaptıklarından dolayı dört dönen cesetlerden ibaret. Ama elinde kalem, önünde kâğıt olanlar onların şeceresini tuttular. Geleceğe ayna oldular. Uyardılar. İşaret ettiler. Göstermeye çalıştılar. Bu yüzden seksen sene evvel yazılan totaliter rejimi anlatan distopik romanlar hâlâ en çok satanlar listelerinde yer alıyor. Bu yüzden o romanlar, birer tiyatro oyunu olarak sahneye, sinemalarda beyazperdeye taşınıyor. Biz de bu yüzden “Söz uçar…” diyerek totaliter rejimleri anlatan en iyi beş romanı sizler için derledik…
George Orwell – 1984
George Orwell’ın “bütün zamanların kitabı” olarak rahatça adlandırabileceğimiz “1984” romanının yayımlanmasının üzerinden
yetmiş yedi yıl geçmiş. Bu üç çeyrek asırda dünya neler gördü, neler yaşadı herkes biliyor. Ancak Orwell, hem yaşadığı ve yazdığı
dönemin hem de geleceğin ruhunu çok iyi öngörerek yazdığı bu en meşhur romanında bir kâbus senaryosu sunuyor okura. Yok olmuş bireysellik, kılcal damarlarına kadar kontrol altında tutulan zihinler, makineleşmiş insanlar, “Parti”nin dünya görüşü dışında hiçbir şeyin geçerli veya gerçek olmadığı bir atmosferde geçen “1984”, totalitarizmi anlatan gelmiş geçmiş en iyi roman olarak listenin başında yer almayı sonuna hak ederken, bugünlere ve geleceğe hâlâ ışık tutuyor olması açısından da ayrı bir incelemeye tabi tutulması gereken bir kitap.
Jack London – Demir Ökçe
Amerikalı yazar Jack London, her ne kadar “İki Şehrin Hikâyesi” kitabıyla özdeşleşse de yazarın 1907’de yayımlanan “Demir Ökçe” adlı yapıtı, modern distopik romanların ilki olarak gösterilir. Totaliter ve baskıcı bir rejim altına yaşayan toplumu nitelemek için kullanılan karşı-ütopya kavramı, ilk kez “Demir Ökçe”de, ABD’nin yükselen oligarşik yapısında vücut bulur. “1984” de dahil birçok romanın ilham kaynağı olan kitapta London, toplumda ve siyasetin geleceğine dair adeta kehanetlerde bulunur ve bunların bazıları kısmen de olsa gerçekleşir.
ABD’nin 1929 yılında yaşadığı Büyük Buhran bunlardan biri olsa da günümüzün Trump ABD’sine daha çok uyan bir romandır “Demir Ökçe”. Ayrıca yazarın ülkeler arasındaki gerginliklerle ilgili yazdıkları da kitabın yayımlanmasının üzerinden çok değil, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın 1939 yılında da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle “hayata geçer”. Faşist ve totaliter yapılanmaların dünyayı nasıl bir uçuruma sürükleyeceğinin habercisi olan “Demir Ökçe”ye bugünden bakıldığında Jack London’a hakkını teslim etmek gerekir.
Franz Kafka – Dava
Franz Kafka’nın “Dava” romanı ilk kez 1925 yılında yayımlanmış. Kitap yazıldıktan bir süre sonra dünya genelinde yayılan askıya
alınmış yurttaşlık hakları, sivil itaatsizlik imasının bile zulüm olarak görüldüğü totaliter rejimlere özgü bir önsezi ve eleştiri şeklinde yorumlanır. Çoğu kez Nazi Almanya’sıyla örtüştüğü konusunda ortak bir fikre varılsa da “Dava”nın meselesi daha evrenseldir. Kitabın kahramanı Joseph K. görünmez bir otorite tarafından kendisine yöneltilen ve ne olduğu hiçbir şekilde açıklanmayan bir suçlamayla karşı karşıya kalır. Bir sabah evi polislerce basılıp (ne tesadüf!) gözaltına alınan Josef K., reddi hakim bile yapılamayacak kadar absürt bir davayla karşı karşıyadır.
Zira Joseph K.’nın “suçu” bir eyleme dönüşmemiş, “düşüncede” kalmıştır (bir tesadüf daha!). Kafka’nın “Dava”daki meramı da burada devreye girer. Ona göre suçun tanımı tüm totaliter rejimlerde olduğu gibi keyfi olarak yapılmıştır ve düşüncesi dahi bu suçun işlenmiş olduğunun kanıtıdır. Yasadışı bir eylem olmadan, masumiyet karinesi gibi hukuksal kavramların adı bile zikredilmeden suç, baskıcı yönetimin “suçlu” kabul ettiği kişinin üzerine atılır. Gerisini zaten hepimiz biliyoruz…
Yevgeni Zamyatin – Biz
Tüm dünyanın “Tek Devlet”in egemenliği altına girmesinin üzerinden bin yıl geçmiştir. Uzay gemisi İntegral, diğer gezegenlerdeki “yabani” varlıkları da kendi zincirleri altına almak için kalkışa hazırlanmaktadır. Bu projenin başındaki kişi ise, sanki günümüzde
yaşayan biridir ve uygarlığın nasıl çöktüğünü anlatmak için bir günlük tutmaya başlar. Günlükte yazanlar “Tek Devlet”teki yaşamı temize çekmektir bir bakıma. Tam tersi olması gerekirken özgür irade artık mutsuzluğun sembolüdür ve yurttaşlar F. W. Taylor tarafından geliştirilen bir uygulamayla “verimlilik” sistemine göre matematiksel
bir değerlendirmeyle denetlenmektedir.
“Yeşil Duvar”ın ilkel ve yabani dünyasından koparılan “Tek Devlet”in yurttaşları devamlı yeniden seçilen “Velinimet” tarafından
yönetilmektedir (bir tesadüf daha). İsimleri önemsizdir. Onun yerine numaralarla çağrılırlar. Herkes aynı giysileri giyip doğal olmayan gıdalarla beslenirler. Özel hayat diye bir şey zaten yoktur. İngilizce çevirisi 1924’te New York’ta yayımlanan “Biz”in kendi
memleketi olan Sovyetler Birliği’nde ancak 1988 yılında okurla buluşmuş olması, kitapla ilgili yeterince fikir veriyordur sanırım…
Aldous Huxley – Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya” romanı, “Ford'dan sonra 632 yılında” geçer. Bu dünyanın cesur yurttaşları, kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazılı Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde “üretilirler”. Döllenmesi kesin ve kati suretle yasak ve ayıp olduğu için, “annelik”, “babalık” gibi kavramlar pornografiye girer. Toplumun istikrarı, yurttaşların hipnoz hâlinde uykuya yatırılarak öğrenmeleri gereken “eğitim” ile ayakta tutulmaktadır. Hipnopedya sayesinde herkes hayatından memnundur; herkes bol bol çalışır ve “emeğinin karşılığı” olarak pek tabii herkes eğlenir. Zaten bu “Cesur Yeni Dünya”da, “Herkes, herkes içindir.”
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum yap