Yükleniyor
svg

TIFF66 Maysoon (2025): Bir Nancy Biniadaki filmi

Kasım 12, 20256 dk okuma süresi

Berlin’in göçmen mahallelerinde sıradan bir gün gibi başlayan şeyin, bir kadının hayatının tamamını yutacak bir bürokrasi labirentine dönüşmesi ne kadar sürer; Nancy Biniadaki’nin Alman-Yunan ortak yapımı Maysoon’u, bu sorunun cevabını bir gerilim filmi soğukkanlılığıyla ama duygusal olarak çıplak bir açıklıkla veriyor ve Sabrina Amali’nin taşıdığı başrolü, hem siyasi sığınma rejimlerinin görünmez şiddetine hem de çöken bir ilişkinin içe doğru bükülen ağırlığına aynı anda açarken, Berlin’in tertipli yüzeyinin altında kaynayan kırılgan hayatları sabırla katman katman önümüze seriyor.

Eski bir Mısır muhalifi olan arkeolog Maysoon, Alman partneri Tobi ve iki çocuğuyla kurduğu düzenin güven veren ritmine yaslanmışken, bir pasaportun süresinin dolması gibi küçük görünen bir ayrıntının, bir anda onu ülkesine geri gönderilme ihtimaliyle yüz yüze bırakması; sevdiği adamla bağının çözülmesiyle aynı ana denk gelince, film bir yandan hukuki metinlerin soğuk kelimelerini somut bir tehdit olarak sahneye çağırıyor, diğer yandan evin içinde soluk alan ayrılığın, uykusuz gecelerin, çocukların mahcup merakının ve insanın kendini yönetme arzusunun sarsıcı kırılganlığını, neredeyse belgesel bir mesafeyle izletiyor. Biniadaki, göç rejiminin sezgisel olarak bildiğimiz mekanik işleyişini tek tek odalara, bekleme salonlarına, vezne camlarına, sıraya giren bedenlere ve “eksik evrak”ın kalpte açtığı deliklere çevirirken; kamera, Berlin’in düzenli sokaklarını, dosyaların arasından sızan bir endişe buharı gibi titreten bir gerilim akışına dönüştürüyor ve sonuç, pasaport dediğimiz nesnenin aslında kimlik, aidiyet, güvenlik ve sevgiyle örülmüş bir yaşamın anahtar deliğine dönüştüğünü hissettiren, uzun soluklu bir panik haline evriliyor.

Sabrina Amali’nin performansı, Maysoon’un dışarıda güçlü görünmeye çalışan, içeride ise her yeni randevu, her yeni imza, her yeni mektup karşısında parçalanan iç sesini titiz bir ekonomiyle taşıyor; öfkeye sapmadan, melodrama kaçmadan, gözün kenarına yerleşen o bildik sızıyla, bir annenin hem çocuklarını koruma refleksini hem de “ev” dediği şeyi kendine geri kazandırma mücadelesini, beden dilinin küçük kırılmaları ve nefesin ritmiyle kuruyor. Film, politik olanla mahrem olanın birbirine değdiği o ince çizgide, tez yazmaya hevesli bir didaktizme hiç düşmeden, izleyiciyi belgelerin, formların, randevuların ve “dönüş riski”nin yarattığı soyut tehditten somut bir korkuya doğru usul usul itiyor; çünkü burada kötü adam bir yüz değil, bir sistem ve o sistemin gururla sergilediği “tarafsızlık”, karakterin gözünde her geçen dakika daha da kişisel bir şiddete dönüşüyor.

Maysoon’un Berlin’i, yalnızca kurumların soğuğu ile değil, kopan bir ilişkinin sessizliğiyle de karakter kazanıyor; mutfak tezgâhında unutulmuş bir fincan, antrede bekleyen bir valiz, çocuk odasında duvara asılı bir çizim, hepsi birer tanık olarak kadraja girip çıkıyor ve bu küçük nesneler, Mısır’a geri dönmenin taşıdığı siyasi bedelle birlikte düşünüldüğünde, değiştirilemez bir kaybın sahne düzenini kuruyor; Biniadaki’nin rejisi bu yüzden etkileyici, çünkü büyük sözlerden çok, küçük ayrıntıların içinde büzülen bir hayatı, sabırlı kesmeler ve nefes payı bırakan planlarla okutmaktan yana. Berlin’in düzenli ritmi ile Maysoon’un iç ritmi çarpıştıkça, film “evrak”ın insanı nasıl evsizleştirebildiğini, “statü”nün sevgiyi nasıl kırılganlaştırdığını ve “güvenlik” denen şeyin aslında ne kadar koşullu olduğunu sorgulayan bir bürokratik varoluş gerilimine dönüşüyor; bu dönüşüm, izleyicinin koltuğunda yavaş yavaş doğrulmasına, bir sonraki kapının ardında ne olduğunu merak ederken kendi şehirlerinin koridorlarını hatırlamasına yol açıyor.

Sonunda Maysoon, hukuki ve duygusal zemini aynı anda tamir etmeye çalışan bir kadın olarak hafızamızda kalıyor: belgelerin diliyle konuşmayı öğrenmek zorunda kalan ama kendi hikâyesini başkalarının kutucuklarına sığdırmayı reddeden, ne “mağdur” ne de “güçlü kadın” klişesine teslim olan bir özne; film de tam burada, güncel Avrupa sinemasının göç ve aidiyet konusunda kurduğu en etkili cümlelerden birini, yüksek sesle değil, kısık ama kararlı bir tonla tekrar ediyor: ev bazen dört duvar değil, bir hakkın onaylanmış hali, bir ismin doğru yazılmış biçimi ve bir annenin çocuklarıyla kalabilme ihtimali demektir.

Bu haber adada kalmaya devam etsin mi?

0 People voted this article. 0 Upvotes - 0 Downvotes.
Yan Daireye Geç
Yükleniyor
svg