Mine Söğüt’ün içinde yaşadığımız, hatta hapsolduğumuz ortamı bir masal olarak anlattığı “Ormandaki Kalpsiz Ceylan” adlı kitabı Can Yayınları etiketiyle yayımlandı. Doğanın göbeğinden yükselen “ahlâklı kötülüğü”, kalbi çalınan bir Ceylan ve ona kalbini geri vermek için onunla can yoldaşı olan Mantıklı Cüce’nin hikâyesini macerasını, günümüzde karşılığı rahatça bulunabilecek özelliklere sahip karakterler üzerinden anlatan, Bahadır Baruter’in çizimleriyle kitaba apayrı bir ruh kattığı “Ormandaki Kalpsiz Ceylan”ı ve başat konuları güç, mağduriyet ve korkuyu Mine Söğüt’le konuştuk.
-“Ormandaki Kalpsiz Ceylan”da altı çizilecek birçok yer var ama bana göre kitabın anahtar cümlesi, Mantıklı’ya ait. Ceylan’ın, “Dünya ne kadar küçük!” cümlesine hayli ironik şu cevabı veriyor: “Doğru. Baksana, sen bir prensesle, Prenses bir kraliçeyle, ben yedi cüceyle birlikte sığışamadık şu koca evrene,” diyor. Hakikaten neden sığışamıyoruz sizce? Hatta sığışmak için nedenler (ya da bahaneler daha doğru) uyduruyoruz. Bahsettiğim fiziki bir “sığışamama” hâli değil. Zihnen sığışamıyoruz bence. Herkes kendi fikrini kabul ettirme derdinde. Bu da fiziki sığışamamayla beraber gelen tonla şeyin önünü açıyor. Katılır mısınız bu düşünceme?
Kesinlikle katılırım. İnsanın temel sorunu, değil başka türlerle kendi türüyle bile birlikte yaşamayı becerememek. Bir diğerini devamlı düşman, devamlı tehlike olarak tanımlamak. Hukukunu korkularla biçimlendirmek. O yüzden insanlığın ana temalarını korku ve şiddet oluşturuyor. Huzursuz bu canlı türü, yeryüzündeki muhtemel tüm huzurları hunharca bozuyor. Hem de diğer canlılardan aklıyla, soyutlama yeteneğiyle, düşünme becerileriyle ayrıldığı halde.
-Kitaptaki tüm karakterlere “gerçek” dünyada bir karşılık bulmak mümkün. Bunu yazarken bile benim aklıma “insan” geliyor ve muhtemelen siz okurken de aklınıza bir “insan” gelecek. Ve nedense “insan” lafı ortaya atıldığında, kavramsal olarak bir çocuktan ya da belki bir bebekten bile farklı, robotik bir şey canlanıyor gözümüzün önünde. Ne çok seviyoruz kendimizi… Kendimizi sevdiğimiz için de başkalarına kötülük yapmaktan çekinmiyoruz. “Avcı” gibi değil mi biraz?
Biraz değil, külliyen avcı gibiyiz hepimiz. “Yumuşak kalpli avcı”daki oksimoron, insanı çok iyi tanımlıyor. Vicdanımızla vicdansızlığımızın iç içe geçmiş olması en ürkütücü yanımız. Savunduğumuz hiçbir değere aslında kıymet vermiyoruz. İnandığımız hiçbir şeye aslında asla inanmıyoruz. Ne üzüntülerimiz gerçek ne sevinçlerimiz. Değerlerimiz aslen en değersiz şeylerimiz. Hatta kendimizi severken bile aslında sevmiyoruz. Dilimizle eylemlerimiz hiçbir zaman tutarlı değil. Ve bu halimizden şikayetçi değiliz. İnsana bu açıdan baktığımızda ne kadar tehlikeli, tekinsiz bir canlı türü olduğunu görebiliriz. Doğada fazlasıyla var olan hiçbir samimiyet onda yok.
-Kitabın gidişatını korku belirliyor sanırım. Okurken sürekli diken üstündeyiz. Mantıklı Cüce’yle Ceylan neyle karşılaşacak? Avcı vaziyeti kraliçeye nasıl izah edecek? Onlar da bir yerde tam tepedeki iktidarın yarattığı “iktidarcıklar” gibi. Onlar da bu güçle bir korku yaratmıyor mu sizce?
Korkuyu yenmek için yola çıkılmış olsa bile o yolculuğun korkudan bağımsız olması mümkün değil. Ama başka bir iktidar mümkün. Kraliçe’ye odaklanırsak bunu görebiliriz.
-“Kitapta kendinizle en çok özdeşleştirdiğiniz karakter hangisi?” diye bir sorsanız, misal sosyal medya hesabınızdan. Sanırım büyük çoğunluk Ceylan cevabını verir. Sebebi nedir bunun?
Evet avcıyla özdeşleştirmeleri gerekirken ceylanla özdeşleştirirlerdi. Çünkü insan kendi gerçeğini en çok mağduriyet maskesiyle gizler.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak