1930’ların Budapeşte’sinde, taş duvarların ve demir parmaklıkların arasında geçen bir aşk hikâyesi düşün. Hem de başrolünde, bütün hayatını “erkek” olarak yaşamış, celladı bekleyen bir suikastçı var. Emilia Goldberg’in Mayflies (orijinal adıyla Pipás), tam olarak bu yerden başlıyor: suç dosyalarından, adli kayıtlardan ve fısıltı halinde aktarılan bir efsaneden, sahici ve çok katmanlı bir insan hikâyesi çıkarıyor.
Gerçek Bir Hikâyeden: Pipás Pista Kimdi?
Film, 1930’ların ünlü figürü Pipás Pista’dan yola çıkıyor. Tarihte, kırsalda kocalarını öldürtmek isteyen kadınlar için “iş bitiren” bir kiralık katil olarak bilinen Pista, herkes tarafından bir erkek olarak tanınıyor; ta ki yakalanıp idam cezasına çarptırılana kadar. Tutukluluk ve yargılama sürecinde, bedensel olarak “kadın doğmuş” olduğu ortaya çıkıyor ve bütün “kim bu insan?” sorusu bir anda daha da derinleşiyor.
Goldberg filmi, bu sansasyonel gerçek suç hikâyesini sadece “cinayet dosyası” olarak değil, kimlik, beden, arzular ve toplumla çatışma üzerinden yeniden kuruyor. Pipás’ı (Orsolya Török-Illyés) bir “canavar” ya da sadece “kurban” olarak değil, hayatta kalmak için rol yapmak zorunda kalmış, sınırların dışında var olmaya çalışan, kırılgan ama inatçı biri olarak izliyoruz.
İdam Hücresi, Papazın Kızı ve Zamanı Azalan Bir Aşk
Filmin en çarpıcı tarafı, tüm bu kimlik katmanlarının bir de “yasak aşk”la birleşmesi. Pipás, idam hücresindeyken hapishane papazının kızı Irma’yla (Natasa Stork) tanışıyor. Sokaktan, kiliseden, adalet sisteminden bakınca her şey yanlış: o bir mahkûm ve katil, Irma ise dinî ve ahlaki düzenin içinden gelen bir genç kadın. Ama sinema tam da burada devreye giriyor; doğru-yanlış listesini bir kenara bırakıp o iki insanın birbirine nasıl bakabildiğine, nasıl dokunabildiğine odaklanıyoruz.
İdam tarihine doğru geri sayım başlarken, her görüşme, her cümle, her bakışın ağırlığı artıyor. Zamanla film bir “suç hikâyesi” olmaktan çıkıp “zamanı sınırlı bir aşk”a dönüşüyor. Piper Steve ile Irma arasındaki ilişki, hem bedenin hem ruhun sınırlarını yoklayan bir alan açıyor: kimlik nedir, sevgi kime “yakışır”, kim affedilebilir ve kim asla?
Kimlik, Performans ve Tarihin Kör Noktaları
Mayflies, bugünden baktığımızda çok tanıdık gelen bir tartışmayı, 1930’ların diliyle, kostümüyle, ahlak anlayışıyla önümüze koyuyor:
-
Kimlik doğduğumuz anda bedenimize yapıştırılan bir etiket mi, yoksa yaşarken inşa ettiğimiz bir şey mi?
-
Toplum, o etikete uymayan herkesi ne yapacağını şaşırmış bir “tehdit” gibi mi görür, yoksa hiç görmemeyi mi tercih eder?
Pipás’ın bütün ömrünü “erkek” olarak yaşaması, sadece bir “maskeli balo” değil, o dönemde hayatta kalmanın ve söz sahibi olmanın tek yolu gibi sunuluyor. Film, bu açıdan tarih kitaplarının arada bir cümleyle geçtiği bir figürü alıp, bugünün tartışmalarına açılan bir aynaya çeviriyor.
Goldberg, cinsiyet kimliğini bir “etiket savaşı”na indirgemeden, çok daha insanî bir yerden kuruyor meseleyi: Bir insan, içinde hangi ismi taşıyorsa odur; çevrenin bunu kabul edip etmemesi ise çoğu zaman trajedinin başlangıcı.
Suçun Ötesinde: Bir Katili İnsanlaştırmak
Son yıllarda “true crime” hikâyelerine alıştık; ama Mayflies bu türün kolay tuzaklarına düşmüyor. Cinayetler, dosyalar, mahkeme kararları elbette var; ama film kamerayı bunların üstünde uzun uzun gezdirmek yerine, hapishanenin içindeki sessizliklere, sorgu odalarında atılan bakışlara, hücrede tek başına geçirilen gecelere götürüyor bizi.
Pipás’ı izlerken rahatsız edici bir şey oluyor: “Suçlu”ya kızmak, ondan nefret etmek istiyorsun ama film sürekli olarak göz hizasını koruyor; yargıç koltuğuna değil, aynı masaya oturtuyor seni. Bir noktadan sonra suçtan çok, bu insanın nasıl böyle biri hâline geldiğini, kimliğini saklamak zorunda kaldığı yılların, sınıfsal ve toplumsal baskının nasıl bir iç şiddete dönüştüğünü düşünmeye başlıyorsun.
Merkez Avrupa Atmosferi: Nemli Duvarlar, Ağır Hava
Görsel dünya tam anlamıyla Merkez Avrupa arthouse geleneğini taşıyor: loş ışık, ağır ritim, mekânı hissettiren uzun planlar… 1930 Budapeşte hapishanesi; sadece bir dekor değil, başlı başına bir karakter gibi. Rutubetli duvarlar, dar koridorlar, demir kapıların her açılışında hissedilen o metal sesi, film boyunca içini sıkıştıran bir ritim yaratıyor.
Emilia Goldberg, gösterişli prodüksiyonlar yerine atmosferi seçmiş; kararında yavaşlık, karakterin iç dünyasına izin veren bir tempo, sabırlı bir anlatım var. Bu yüzden Mayflies, “hafif seyirlik” bir festival filmi değil; izlerken odanı biraz karartmak, telefonu bir kenara bırakmak, o dünyanın içine girmeyi göze almak gerekiyor.
Aşkın, İnancın ve Adaletin Görünmeyen Yüzü
Irma ile Pipás arasındaki ilişki, sadece romantik bir alt hikâye değil; film, bu ikili üzerinden dönemin inanç sistemine ve adalet anlayışına da bakıyor. Bir tarafta Tanrı’nın merhametinden bahseden bir kurum; diğer tarafta, aynı kurumun içinde idama yürüyen bir insan… Bu çelişki, Irma’nın varlığıyla daha da keskinleşiyor.
Chaplain’in kızı, bir “düzene ait” figür olarak başlıyor; ama zamanla, düzenin içinden çatlak açan bir karaktere dönüşüyor. Babasının temsil ettiği değerlerle kalbinin götürdüğü yer arasında sıkışıyor. Bu çatışma, filmi sadece “katilin hikâyesi” olmaktan çıkarıp daha büyük bir soru soruyor:
Gerçekten adalet ne zaman yerini bulur; mahkeme karar verince mi, yoksa biri bir başkasının insanca var olma hakkını tanıdığında mı?
Kimin İçin, Ne Zaman, Nerede İzlenmeli?
Mayflies kolay tüketilen, “iki saat kafam dağılsın” filmi değil. Ama ağır ve iyi işlenmiş Avrupa dramalarını seviyorsan; kimlik, tarih, yasak aşk, suç ve adalet gibi konuların birbirine dolandığı hikâyelere meraklıysan, mutlaka radarında olmalı.
-
Tarih meraklıları için: 1930’lar Macaristan’ından, arşiv diplerinde kalmış bir figürün yeniden sahneye çağrılması demek.
-
Kimlik politikası ve queer tarih ilgilileri için: Modern kavramların ortaya çıkmasından çok önce “var olmuş” bir kimliğin sinemadaki iz düşümü.
-
Festival takipçileri için: Orsolya Török-Illyés ve Natasa Stork’un karşılıklı sahneleri, uzun süre konuşulabilecek performanslar vaat ediyor.
Film, 6 Kasım 2025’te Almanya’da vizyona giriyor ve kısa süre içinde Prime Video üzerinden daha geniş bir seyirciyle buluşması bekleniyor. Yani, “zor ama iyi” film listene şimdiden bir satır daha ekleyebilirsin.












