Hamlet’in Hayaleti Tiyatro Sahnesine Sıkıştı: Bir 2024 Uyarlaması İncelemesi
William Shakespeare’in Hamlet’ini yeniden sahneye veya perdeye taşımak, her yönetmen için tırmanılması zor, zirvesi sisli bir dağdır. Sayısız uyarlamanın gölgesinde özgün bir ses bulmak neredeyse imkansızken, yönetmen Sean Mathias, eline bir balyoz alıp bu dağın temelini sarsmayı tercih ediyor. Mathias’ın 2024 tarihli Hamlet’i, klasik metne sadık bir saygı duruşu değil; onu COVID pandemisinin klostrofobik bir tiyatro sahnesine hapseden, 84 yaşındaki Sir Ian McKellen’ı intikam ateşiyle yanan Prens’in bedenine yerleştiren radikal ve cüretkâr bir ateş rüyası. Bu film, “Hamlet nasıl olmalı?” sorusunu sormak yerine, “Hamlet daha ne olabilir?” sorusunun peşine düşüyor ve sonuç, en az metnin kendisi kadar rahatsız edici ve büyüleyici.
Filmin en Ciddi ve en parlak kararı, şüphesiz Ian McKellen’ın seçimi. Genç bir prensin aceleci öfkesini ve varoluşsal bunalımını, seksenini aşmış bir bedenin bilgeliği ve yorgunluğuyla birleştirmek, kâğıt üzerinde bir paradoks gibi duruyor. Ancak perdede bu paradoks, filmin en güçlü yorumuna dönüşüyor. McKellen’ın Hamlet’i, geleceği çalınmış bir genç değil, geçmişiyle hesaplaşan, ömrünün sonbaharında intikamın anlamsız ağırlığını omuzlayan bir adam. Onun “Olmak ya da olmamak” tiradı, toy bir gencin felsefi sorgulamasından çıkıp, yaşamla ölüm arasındaki çizgide gerçekten yürüyen birinin acı dolu fısıltısı haline geliyor. Mathias, yakın plan çekimlerle McKellen’ın yüzündeki her bir çizgiyi, Hamlet’in zihnindeki labirentlerin bir haritası gibi kullanıyor. Bu, gençliğin değil, geç kalınmışlığın trajedisidir.
Bu psikolojik ağırlık, filmin mekân seçimiyle kusursuz bir uyum yakalıyor. COVID-19 karantinası sırasında boşaltılmış Theatre Royal Windsor, Elsinore Kalesi’nin soğuk duvarlarından çok daha fazlası haline geliyor. Tiyatronun boş koridorları, prova odaları ve karanlık kulisleri, hem Danimarka sarayının yozlaşmış entrikalarını hem de Hamlet’in kendi zihninin klostrofobik dehlizlerini simgeleyen meta-sinematik bir hapishaneye dönüşüyor. Karakterler, sadece bir kalede değil, aynı zamanda terk edilmiş bir sanat mabedinde kapana kısılmış durumdalar. Bu distopik atmosfer, filmi geleneksel bir kostümlü dramdan alıp, her an patlamaya hazır, modern bir psikolojik gerilime dönüştürüyor.
Mathias, bu gerilim hissini sadece atmosferle değil, cesur sanatsal tercihleriyle de besliyor. Cinsiyet rollerini tersine çevirerek Laertes gibi önemli bir karakteri bir kadın oyuncuya (Emmanuella Cole) emanet etmesi, filmin kimlik ve performans temalarını daha da derinleştiriyor. Zaten herkesin bir rol yaptığı Elsinore sarayında, cinsiyetin de bir kostüm gibi değiştirilebilir olması, aldatmacanın ne kadar katmanlı olduğunu vurgulayan modern bir dokunuş. Geleneksel kılıç dövüşlerinin yerini modern dans unsurlarının alması veya karakterlerin günümüz kıyafetleriyle dolaşması, bu hikâyenin zamana ve mekâna ait olmadığını, insanın en karanlık dürtülerinin evrenselliğini haykırıyor.
Peki, Sean Mathias’ın Hamlet’i kusursuz bir uyarlama mı? Kesinlikle hayır. Kısaltılmış metin ve hızlı tempo, zaman zaman Shakespeare’in dilindeki derinliği gölgede bırakabiliyor. Filmin tiyatro kökenleri, bazı sahnelerde sinematik akıcılığın önüne geçebiliyor. Ancak bu yapımın başarısı, kusursuzluğunda değil, kışkırtıcı doğasında yatıyor. Bu film, Shakespeare’in ölümsüz trajedisini rahat koltuklarımızda izlememize izin vermiyor; bizi karakterlerle birlikte o tekinsiz tiyatro sahnesine kilitliyor ve hepimizin içindeki kayıp, yas ve intikam hayaletleriyle yüzleşmeye zorluyor. Sonuç olarak Hamlet (2024), klasik bir metnin küllerinden doğan, rahatsız edici, cesur ve unutulması zor bir sinema deneyi.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak