Andrea Benjamin Manenti’nin ilk uzun metraj filmi I Have to F— Before the World Ends, ismi kadar kışkırtıcı, ama bir o kadar da kırılgan bir hikâye anlatıyor. Film, aşkı, ölümü ve kimliği tek potada eriterek, ergenliğin ne kadar evrensel ama aynı zamanda ne kadar kültürel bir deneyim olduğunu yeniden hatırlatıyor. Bir yanda Filipinler’deki bir cenaze töreninin duygusal ağırlığı, diğer yanda yaklaşan bir tayfunun fiziksel tehdidi var. Fakat asıl fırtına, on altı yaşındaki Ren’in iç dünyasında kopuyor — hem bedensel hem duygusal anlamda ilk kez “kim olduğunu” keşfetmeye çalıştığı o geçici, ama unutulmaz yaşlarda.
Film, canlı aksiyonla animasyonu harmanlayarak, Ren’in iç karmaşasını dışa vurmak için görsel bir dil kuruyor. Gerçek ile hayal, yas ile arzunun iç içe geçtiği bu yapı, Manenti’nin “duygusal gerçeklik” anlayışını somutlaştırıyor. Seyircinin bir sahnede gülüp diğerinde sessizce sıkışmasını sağlayan bu çelişki, filmin kalbindeki enerjiyi tanımlıyor: saf, öfkeli, sevgi dolu ve kendini tanımlamaya aç bir gençlik.
I Have to F— Before the World Ends, İtalya ile Filipinler arasında geçen iki kültürlü bir hikâye olarak, göçmen kökenli gençlerin yaşadığı kimlik bölünmesini dokunaklı bir şekilde resmediyor. Ren’in annesiyle ilişkisi, anne sevgisinin bir tür tutsaklık olabileceğini gösteriyor. Aile içinde yaşanan baskı, kültürel çatışmalarla birleşince ortaya hem trajik hem komik bir tablo çıkıyor. Bu hikâyede “büyümek”, yalnızca bir biyolojik süreç değil, aynı zamanda bir kültürel çeviri işi — iki dünyanın, iki dilin ve iki benliğin arasında yaşanan bir varoluş mücadelesi.
Manenti’nin kamerası, Manila’nın kaotik sıcaklığını İtalya’nın duygusal mesafesiyle karşı karşıya getiriyor. Tayfun yaklaşırken doğa, adeta karakterlerin bastırılmış duygularını yankılıyor. Ren’in gençlik arzuları, ölümün gölgesinde filizleniyor. Film, “dünyanın sonu” metaforunu yalnızca ekolojik ya da kozmik bir mesele olarak değil, bir ergenin çocukluğunun sona ermesi olarak ele alıyor. Büyüme, bu anlamda küçük bir kıyamet: bir kimliğin yıkılıp diğerinin doğduğu an.
Manenti’nin yönetmenlik yaklaşımı, hem punk bir özgürlük duygusu hem de duygusal bir hassasiyet taşıyor. Kendi annesinin ölümünden ilham aldığını açıkça söylüyor: “Benim için dünya zaten bitmişti. Yazmak, o yıkıntıdan geçmenin tek yoluydu.” Bu kişisel acının sanata dönüşmesi, filmin mizahında bile hissediliyor. Çünkü film, trajediyi alaya almıyor ama onunla yaşamayı öğreniyor; yas tutmanın bile komik, cinselliğin bile hüzünlü olabileceğini kabul ediyor.
Görsel açıdan film, Filipin halk hikâyelerinden gelen mistik unsurları İtalyan sinemasının sade gerçekçiliğiyle harmanlıyor. Animasyon sahneleri, Ren’in iç dünyasını temsil ederken bir tür büyülü gerçekçilik hissi yaratıyor. Bu yönüyle Turning Red veya Aftersun gibi filmlerde gördüğümüz “duygusal dürüstlük” ile Past Lives’ın kültürel geçirgenliğini aynı potada eritiyor.
Manenti’nin hedefi, kusursuz bir film yaratmak değil; dürüst bir film yaratmak. Kamera hiçbir zaman karakterlerini yargılamıyor. Ren, Jolina ve Monique gibi yan karakterler, bir ergenlik hikâyesinin karikatürleri değil; tüm kusurlarıyla gerçek insanlar. Seks, sevgi ve ölüm aynı masada konuşulabiliyor, çünkü film bu üç deneyimin de aslında aynı yerden doğduğunu söylüyor: yaşama tutunma isteğinden.
Yapımın arkasında İtalya’dan Volos Films ve Filipinler’den Epicmedia bulunuyor — bu da filmin üretim sürecini tıpkı hikâyesi gibi çok kültürlü bir dayanışmaya dönüştürüyor. Manenti, filmini “duygusal olarak hibrit” bir eser olarak tanımlıyor; tıpkı bugünün gençliği gibi, sınırları bulanık, kimliği akışkan, dili çoklu.
Henüz çekim aşamasına geçmeden önce bile, I Have to F— Before the World Ends, Roma’daki MIA Geliştirme Ödülleri’nde “En İyi Proje” seçilerek dikkat çekti. 2027’de Filipinler’de çekimlere başlanması planlanıyor. Festival yolculuğunun Cannes veya Venedik’te başlaması bekleniyor — Manenti’nin kişisel, politik ve kültürel olarak “açık kalpli” sineması için bundan daha doğru bir çıkış noktası olamazdı.
Bu film, yalnızca bir ergenin cinselliğini keşfetme hikâyesi değil; aynı zamanda bir kuşağın, parçalanmış dünyada kendi bedeninde ve geçmişinde anlam arayışının sembolü. Tayfunlar, ölümler, anneler, yanlış zamanlamalar, yas ve arzu — hepsi birer metafor olarak değil, yaşamın kaçınılmaz dağınıklığı olarak anlatılıyor.
Sonuçta I Have to F— Before the World Ends, ne sadece bir gençlik filmi ne de yalnızca bir kültürler arası hikâye. O, yaşamanın, sevişmenin, yas tutmanın ve gülmenin aynı anda mümkün olduğunu hatırlatan bir film. Punk bir dürüstlükle, duygusal bir yumuşaklıkla söylüyor:
“Dünya bitiyorsa, o zaman hissetmeye devam etmenin zamanı gelmiştir.”
Ve bu cümle, belki de 2025’in en güçlü sinema mottosu.












