
2020 Yaşar Nabi Nayır öykü yarışması finalisti olan ilk kitabı Şehzadeye Rüya ile okuyucuların dikkatini çeken ve yaklaşık on beş yıllık bir hayalin vücut bulmuş hâli olan ilk romanı Oyuk’u okuyucularla buluşturan Volkan Zamanoğlu ile Oyuk’un yolculuğunu konuştuk…
Aslında bu romanın fikri çok eskiye dayanıyor. Henüz lise yıllarımdaydım. Gizem dolu dizi ve filmler izliyor, Virginia Woolf gibi ölüm odaklı zihinlerin yazdığı kitapları okuyordum. O dönem, katil-kurban ilişkilerinin dikkatimi çektiğini hatırlıyorum. İntihar etmek isteyip edemeyen bir adamla, resim yapan erkeklere çekilip onları öldüren bir kadının ilişkisi nasıl olur diye düşündüm. İçine bir bulmaca dahil oldu, aşk ve travmalar eklenmeye başladı. Oyuk’un ilk hâlini lise yıllarımda çıktı alıp kapağını hazırladıktan sonra ciltlettirdiğimi hatırlıyorum. Tek nüsha kitap olarak elden ele dolaşıyordu. Arkadaşlarımın ve hocalarımın heyecanını gördükçe mümkün olan en iyi üslûpla kitabı tekrar yazmaya karar vermiştim. Şehzadeye Rüya aslında o mümkün olan en iyi üslûbun arayışı. Bu yüzden çok farklı tekniklerden oluşan deneysel bir öykü kitabı. Oyuk ise dediğim gibi ilk roman fakat en az on beş yıllık bir hayalin vücut bulmuş hâli.
Günde ya da haftada şu kadar sayfa yazabilen yazarlardan olmadım hiç. Bazen günlerce başından kalkmadığım, bazen haftalarca başına oturamadığım oldu. Ancak tahmin ediyorum en az iki yılımı aldı. Tabii bittikten bir sene sonra da editörle beraber sıfırdan elden geçirmek durumunda kaldım. Bu arada, tamamen bitme ve tamamlanma hissini bilmiyorum sanırım. Metinle birbirimizin canına okuduktan sonra, artık tahammül edilemeyecek noktada yayıncıma “beni kurtarın” diyerek, gözüm kapalı mail atıyorum. Oyuk da öyle oldu.
Hepimizin ruhunda, biraz somutlaştıracak olursak karın boşluğunda koca birer oyukla gezdiğine dair bir teorim var. Çocukluk travmaları, kayıplar, çeşitli hastalıklar aslında içimizdeki oyuk benim için. Oyuğun derinliğinden ve karanlığından beslenip görünür olan arızalarımıza isimler veriyoruz. Ama insan olmak da biraz böyle bir şey. O yüzden insanın kendisinden beslendim, diyebilirim.
Bu cümle aslında kitabın reçetesine dair bir ipucu barındırıyor. Bu içimizdeki oyuklar bazen yakıp yıkmak, bazen öldürmek isteği uyandırsa dahi sevmeye ve sevilmeye muhtacız, demeye çalışıyorum. Sevdiler değil sevmeye çalıştılar diyorum çünkü başarabildiler mi tartışılır. Fakat hatırası kalan o çabanın kendisi. Ben de tutku ve gerilimi roman boyu dengede tutmaya çalıştım. Yer yer zorlandım. Umarım başarılı olmuştur.
Burada matematikçi olmamın etkisi var zannediyorum. Roman boyunca bir çeşit puzzle var, bunun parça sayısı başta net değildi fakat bölüm sayısı ile aynı olmasını istiyordum. Yazma süreci boyunca ayrı bir dosyada iskelet oluşturmam gerektiğini fark ettim. Hangi bölümdeki hangi olay ne ile bağlanacak, bilmem neredeki gizemi nasıl açıklığa kavuşturabilirim diye… Birinci bölümde Kerem’i anlat, ikide Bora’yı, üçte Deniz’i, dörtte Özge’yi gibi notlar çıkardım. Bunlar altmış küsur olmaya başlayınca bölüm sayısını altmış üçte sabitledim. Çünkü 9×7=63. Bulmaca için mâkul satır ve sütun sayısı.
Oyuk’un benim için en güzel yanlarından biri bu oyunu aslında. Sanırım bir anlatıcı belirleyip hikâyenin tamamını onunla anlatmak istemedim. Hâkim bakışa ek olarak okurla konuşan, onu direkt muhatap alan ikinci bir anlatıcı var. Bunu ben sanıyorlar. Yorumları dinlerken mutlu oluyorum çünkü risk almıştım. İkinci anlatıcı eğreti durabilirdi. Her şey akıp giderken arka kapak yazısında olduğu gibi okları birden okura çeviren birine tahammül etmek zor olabilirdi. Fakat gördüğüm kadarıyla okur bazen bana sinir oluyor, bazen bu gıdıklanmadan keyif alıyor. Kurgunun haricinde de farklı duygulara kapılıyorlar. Bu bakımdan amacıma ulaşmış gibi hissediyorum.
Dediğim gibi kitabın özü lise yıllarımda içime düştü. O yıllar yabancı dizi izlemeyi ve klasik okumayı çok seviyordum. İkisinden ayrı ayrı aldığım hazzı birleştirmem mümkün mü, diye düşündüm. Dolayısıyla kendim için de okur için de hem heyecanlı bir dizi/film izleme hem de edebî derinliği olan bir metin okuma deneyimini aynı anda tatmayı mümkün kılmak istedim.
Okuma yazma bilmiyorken resim çiziyordum. Çocukken annem elime oyuncaktan önce kâğıt kalem tutuşturmuş. Karalamalarım resim olmuş. Sonra resimlerimi açıklayan yazılar yazmaya başladım. Sonra resim azaldı, bitti, yazı kaldı. Fakat sanırım yazımın içinde resim çizmeye devam ediyorum.
Bildiğin üzere yayın dünyası biraz ağır ilerliyor, yazı ile okura ulaşma olayı eşzamanlı değil. Oyuk yeni çıkmış olmasına rağmen aslında biteli iki yıldan fazla oluyor. Çok yorgundum ve uzunca bir süre dinlenmeyi düşünüyordum ancak çok kısa süre sonra kendimi yeni bir romanın içinde buldum. İki yıldan fazladır bir distopya ile cebelleşiyorum. Ne zaman tamamlanır, ne zaman okurla buluşur emin değilim. Oyuk’a kıyasla çok daha fazla zorlanıyorum. Sanırım okuru çok daha karanlık, hatta sert bir deneyim bekliyor. Sonrasını da hep beraber göreceğiz.






