Apple TV+’ta kimsenin fark etmediği ama herkesin konuşması gereken bir dizi varsa, o kesinlikle Pluribus. Vince Gilligan’ın yıllar sonra televizyona dönüşü, beklenenden çok daha tekinsiz, çok daha oyunbaz bir dünya kuruyor. Modern bilimkurgunun içinden geçen bu paranoya anlatısı, ilk bölümünden itibaren klasik korku sinemasının belleğine ince dokunuşlarla bağlanıyor.
Bunların en görünür olanı da, hiç kuşkusuz, Stanley Kubrick’in The Shining’inde karşımıza çıkan ikonik “ikizler” anının yeniden yorumlanması.
Creepy Siblings: Alberquerque’nin Koridordan Gelen Fısıltısı
Pilot bölüm “We Is Us” sırasında Carol Sturka (Rhea Seehorn), kasabanın kaosa sürüklendiği o ilk günün ardından evine dönmeye çalışırken kapıda sıkışıp kalıyor. Anahtar yok, sokak sessiz ama hava diken gibi. Tam o sırada, yan evin merdivenlerinden tüyler ürperten bir uyumla iki çocuk beliriyor — Teagan Sucherman ve Isak Tufic’in canlandırdığı kardeşler.
Sözde yardım etmek için oradalar… ama duruş, bakış, ritim… hepsi, Kubrick’in koridorunda “Come play with us” diyen Grady ikizlerinin bir yankısı gibi.
Gilligan bunu saklama gereği bile duymuyor; Letterboxd için yazdığı notta açıkça itiraf ediyor:
“Evet — o iki çocuğu Kubrick’in daha da ürkütücü ikizlerinden ödünç aldık.”
Bu bir gönderme değil, bilinçli bir yankı. Pluribus’un dünyasında, geçmiş korkular bugünün gerçeklik algısına karışıyor.

Gilligan’ın Kubrick Takıntısı: Bir Gelenek Devam Ediyor
Burası sadece küçük bir homage değil; Gilligan’ın filmografisine baktığımızda Kubrick’in gölgesinin sürekli dolaştığını görüyoruz.
Breaking Bad’in unutulmaz “Salamanca Kuzenleri”nin taşıdığı balta sahnesi bile The Shining’e selam çakıyordu.
Ama Pluribus’ta bu etki çok daha katmanlı:
-
Yalıtılmış bir yazar
-
Yavaş yavaş çözülen bir zihin
-
Toplumsal çürümenin eşiğinde bir kasaba
-
Gerçek ile halüsinasyon arasındaki bulanıklık
Gilligan, bu benzerliği fark ettikten sonra kendisi bile gülüyor:
“Bir yazar, alkol ve derin bir izolasyon… Bu, zaten The Shining’in temel konusu.”
The Shining’in Asıl Yankısı: Gerçek mi, Yoksa Carol’ın Zihni mi?
Gilligan’ın Letterboxd’daki satır aralarında bıraktığı ipuçları çok daha büyük bir soruya işaret ediyor.
Jack Nicholson’ın Jack Torrance’ı daha otele gitmeden “garip bir şekilde delirmiş” o aşırı hali… Gilligan bunu özellikle vurguluyor:
“Neden Jack zaten baştan çılgın? Bu bize ne anlatıyor?”
Pluribus’un gizemi burada açılmaya başlıyor.
Belki de:
-
Alberquerque’deki kaos
-
Virüs salgını
-
Sürreal karşılaşmalar
-
Komşu çocuklarının “fazla kusursuz” uyumu
-
Carol’ın giderek çözülen algısı
…hepsi gerçekten yaşanmıyor.
Gilligan’ın bu yorumu, dizinin asıl gizeminin “karakterlerin mi, yoksa dünyanın mı aklını kaybettiği” olduğuna işaret ediyor.
Pluribus: Modern Bir Body Snatchers, Kubrick’le El Ele
Dizi, özünde modern bir Body Snatchers güncellemesi gibi duruyor:
Bir virüs aracılığıyla yayılan, insanın yerini hızla “başka bir şeye” bırakan bir istilanın hikâyesi. Ama Gilligan, bu alt türü klasik bir korku diliyle birleştiriyor ve hem toplumsal hem psikolojik bir çöküş atmosferi örüyor.
Sonuç:
Bilimkurgu, psikolojik gerilim ve halk kültürünün hayaletleri tek bir hikâyede birleşiyor.
Pluribus, Kubrick’in Hayaletiyle Yazılmış Modern Bir Kabus
Pluribus, tamamen yeni bir hikâye kuruyor ama köklerinde Stanley Kubrick’in soğuk dehası hissediliyor. İkonik bir görüntüden çok daha fazlası bu:
Gilligan’ın kendi karakteri Carol Sturka’yı Jack Torrance’ın kaderiyle yan yana düşünmesi, dizinin uzun vadede çok daha karanlık bir patikaya yöneleceğini gösteriyor.
Gerçeklik kırıldığında, ilk düşen ışık değil; hikâyedir.
Ve Pluribus, bu kırılmanın ilk çatlağını daha pilot bölümde gösteriyor.
Dizi Apple TV+’ta izlenebilir.
Hazırlıklı olun: Bu hikâyede herkes bir noktada aynaya bakmak zorunda kalıyor.












