Bazı filmler, daha ilk cümlesinde seyirciye açık açık şunu söyler:
“Ben kolay bir seyir değilim.”
The Kiss of the Grasshopper, tam da böyle bir film. Bir adam, bir koyun, bir çekirge ve yavaş yavaş çöken bir hayat… Elmar Imanov, yas, yalnızlık ve yabancılaşma gibi son derece tanıdık temaları, son derece tuhaf ve sürreal bir estetikle yeniden kuruyor. Ortaya çıkan şey, duygusal anlamda çok çıplak, anlatı olarak ise bilinçli biçimde rahatsız edici bir “arthouse yolculuğu”.
Bernard ve Fiete: Yalnızlığın İki Bedeni
Filmin merkezinde, Lenn Kudrjawizki’nin oynadığı Bernard var.
Bernard, insan temasından neredeyse tamamen çekilmiş; ritüellere, alışkanlıklara ve en önemlisi de koyunu Fiete’ye tutunmuş biri. Fiete, klasik “surreal companion” figürü gibi çalışmıyor; daha çok Bernard’ın insanlarla kuramadığı bağın bedensel bir ikamesi gibi duruyor.
Ev, düzen, rutin…
Hepsi kırılgan bir denge yaratıyor.
Bu denge, uzaklaştığı babası Carlos’un hastalığı ile paramparça oluyor. Film, işte tam bu kırılma anından sonra başlıyor aslında: Bernard’ın zaten ince çizgide duran dünyası, yavaş ve tuhaf sahneler halinde çözülmeye başlıyor.
Sürrealizm Kaçış Değil, Zoraki Yüzleşme
“Eksantrik adam + koyun + çekirge” formülü, kolaylıkla “quirky” bir kara komediye dönebilirdi.
Imanov bunu özellikle yapmıyor.
Buradaki sürrealizm, seyirciyi eğlendirmek için değil; Bernard’ın zihninin içini göstermek için devreye giriyor.
-
Fiete, onun güvenli alanı.
-
Çekirgenin “öpücüğü”, hem baştan çıkarıcı hem tehditkâr:
Bir yandan hayatın yeniden dokunduğu bir an, öte yandan iç dengeleri altüst eden bir temas.
Film, bu tuhaflıkları asla açıklamıyor. Semboller “çözülsün” diye değil, Bernard’ın iç dünyasını hissedelim diye var. Seyirciye bırakılan pay, tam da bu:
Anlamı zorlayıp netleştirmek yerine, belirsizliği bir deneyim olarak kabul etmek.
Berlinale’den Arthouse Seyirciye: Zor, Ama Samimi Bir Film
Filmin Berlinale Forum seçkisine alınması tesadüf değil. Forum, yıllardır biçimle ve anlatıyla deney yapan, ana akımdan bilerek uzak duran işleri topluyor.
The Kiss of the Grasshopper da bu geleneğe sorunsuz oturuyor:
-
Net bir “hikâye çözümü” yok,
-
Karakterin iç çatışması dış olayların önüne geçiyor,
-
Surreal anlar asla açıklanmıyor,
-
Tempo bilinçli olarak yavaş ve meditatif.
Bu nedenle film, hem eleştirmenler hem festival izleyicisi arasında güçlü bir karşılık buluyor; ama kesinlikle herkesin seveceği türden bir iş değil.
Sabır istiyor.
Aktif bir yorumlayıcı seyirci talep ediyor.
Yalnızlık, Yas ve Baba–Oğul Mesafesi
Filmin tematik omurgası üç kelimede özetlenebilir:
yalnızlık, yas, aidiyet.
Bernard’ın dünyası, babasının hastalığıyla birlikte iki eksende sallanıyor:
-
Kişisel kırılma:
Yıllardır bastırdığı baba figürüyle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Carlos (Michael Hanemann), klasik “duygusuz baba” klişesinin ötesinde; film, onu siyah-beyaz ahlaki kodlara hapsetmiyor. Burada asıl mesele, “kim haklı?” değil; “kim artık duygusal olarak neyi kaldıramıyor?” sorusu. -
Varoluşsal yalnızlık:
Bernard’ın eksantrikliği sadece mizahi bir renk değil; modern hayatta temas edemeyen, kendine alan açamayan, içe kapanmış bir zihin hâli.
Film, bunu dramatize etmek yerine, neredeyse belgesel sabrı ile izliyor.
Yasın burada lineer ilerlemediğini görüyoruz. Gözyaşı patlamaları, büyük monologlar, “katarsis sahneleri” yok.
Onun yerine:
-
saçma görünen davranışlar,
-
mantıksız kaçışlar,
-
tuhaf takıntılar,
-
insan yerine hayvan ve böcekle bağ kurma çabası
geliyor.
Yani film, yasın dağınık, utanç verici, çoğu zaman anlamsız tarafını çok dürüst bir yerden yakalıyor.
Görsel Dil: Soğuk Bir Dünya, Tuhaf Bir İç Isı
Imanov’un tercih ettiği görsel dil, filmin duygusunu doğrudan taşıyor:
-
Statik ve kontrollü kadrajlar,
-
Soğuk, gri–mavi tonlar,
-
Sessizliğin uzadıkça ağırlaştığı anlar…
Bu soğukluk, Bernard’ın dünyasını çevreleyen beton duvarlar gibi.
Ama tam bu soğuk çerçeve içinde:
-
Fiete’nin varlığı,
-
Çekirgenin sahneye girdiği anlar,
-
Küçük, neredeyse görünmez duygusal kırılmalar
izleyicide çok daha çarpıcı bir etki yaratıyor.
Film, “görkemli görüntüler” peşinde değil; aksine, disiplinli bir sadelik kuruyor. Bu sadeliğin içinde, küçük jestler büyüyor.
Performans: Lenn Kudrjawizki’nin Sessiz Çöküşü
Böylesine içe dönük, dışarıya kapalı bir karakteri inandırıcı kılmak kolay değil. Lenn Kudrjawizki’nin performansı burada kilit rol oynuyor.
-
Büyük patlamalar, bağırışlar, krizler yok.
-
Gözlerin, omuzların, beden dilinin küçük değişimleri var.
Bernard, ilk bakışta itici ve mesafeli gelebilecek bir karakter.
Filmin başarısı, seyirciyi bu mesafeyi yavaş yavaş azaltmaya ikna etmesinde.
Sonunda ona acımak değil, onu anlamak istiyoruz. Bu da performansın inceliğiyle doğrudan bağlantılı.
Surrealist Arthouse Trendinin İçinde Nerede Duruyor?
The Kiss of the Grasshopper, son yıllarda yükselen “Surrealist Arthouse Drama” trendinin çok temiz bir örneği:
-
Gerçeklikten kopmuyor; ama
-
Gerçekliği sık sık büküyor.
Bu akımın temel özellikleri filmde fazlasıyla mevcut:
-
İçsel kriz → dış dünyada tuhaf olaylar olarak görünür oluyor.
-
Karakterin psikolojisi, mekânın ve olayların formunu belirliyor.
-
Anlatı, çözülmesi gereken “bulmaca” gibi değil; yaşanması gereken bir duygusal hal gibi ilerliyor.
Toni Erdmann’ın “garip baba” dinamiğini, A Pigeon Sat on a Branch’in absürt mesafesini, The Lobster’ın tuhaf dünyasını seviyorsan, The Kiss of the Grasshopper bu hattın daha karanlık, daha içe kapalı bir noktası gibi okunabilir.
Çekirgenin Öpücüğü – Yara Gibi, Şefkat Gibi
The Kiss of the Grasshopper, seyirciyi konforlu bir duygusallıkla teselli etmiyor.
Tam tersine, yasın, yalnızlığın ve yabancılaşmanın ne kadar tuhaf, mantıksız, yıpratıcı olabileceğini kabul etmeye davet ediyor.
Çekirgenin “öpücüğü” bu açıdan güzel bir metafor:
Bir yandan ürkütücü, bir yandan şefkatli.
Tıpkı hayatın en sert anlarında ansızın gelen, ne yapacağımızı bilemediğimiz temaslar gibi.
Elmar Imanov, bu filmle bize şunu hatırlatıyor:
Bazen en büyük yüzleşmeler, en garip biçimler altında gelir.
Ve bazen, bir insanın en derin yalnızlığını anlamak için, önce koyunla, sonra da bir çekirgeyle aynı kadrajda kalmaya razı olmak gerekir.












