T.C. Christensen’ın Raising the Bar: The Alma Richards Story filmi, 1912 Stockholm Olimpiyatları’nda yüksek atlamada altın madalya kazanan, Utah’ın kırsalından çıkıp dünya sahnesine uzanan Alma Richards’ın gerçek hikâyesini sıcak, yalın ve incelikli bir dille anlatıyor. Çocuk yaşta okulu bırakıp çiftlik işlerine koşan Alma’nın hayatı, tesadüf gibi görünen bir karşılaşmayla değişiyor; eğitime geri dönüyor, Brigham Young University bursuyla yeni bir kapı aralanıyor ve bedeninin saklı imkanlarını keşfederek yüksek atlamada parlıyor. Film, sporu sadece bir başarı kulvarı olarak değil, karakterin yavaş yavaş inşa edildiği bir atölye gibi görmemizi sağlıyor: yoksunlukla, alayla, şüpheyle sınanan bir gencin, disiplin ve ısrarla kendi ritmini bulması.
Christensen’ın tarihsel duyarlılığı ve görüntü estetiği, Utah peyzajlarını ve erken 20. yüzyılın dokusunu canlı tutarken, anlatı hep insana yakın bir mesafede kalıyor. Gösterişli spor koreografilerinden çok, bir sözün ağırlığına ve bir vaadin hayatı nasıl dönüştürebileceğine eğiliyor film; annenin “yürüyebileceksin, hayatın güzel olacak” diye özetlenebilecek inancı, eğitimin ve rehberliğin açtığı patikalarla birleşince bir olimpiyat sıçrayışına dönüşüyor. Bu yüzden Raising the Bar, “azim başarı getirir” klişesinde oyalanmıyor; eğitimi bir kader düzelticisi, topluluğu ve hocalığı ise görünmez bir takım sporu gibi resmediyor. Thomas Trueblood gibi mentorluk figürleri, tek bir cümlenin bir hayatın rotasını kaydırabileceğini hatırlatıyor.
Paul Wuthrich’in içten ve gövdesini saklamayan performansı, Alma’yı bir efsane değil, nabzı hızlanan, tereddüt eden, sonra tekrar deneyen bir insan olarak ete kemiğe büründürüyor. Olimpik finallerdeki duygusal doruk, yalnızca bir madalya anının parıltısı değil; yıllar süren küçük kararların ve her gün biraz daha yükselen çıtanın toplamı. Filmin ailece izlenebilir, temiz tonunu belirleyen de bu: inanç, tevazu ve çalışkanlığın, didaktizme düşmeden, hayatın içindeki küçük jestlerle görünür kılınması.
Bugünün seyircisi karanlık ve alaycı anlatılardan yorulduğunda, gerçek bir hikâyenin sakin ısrarı ferahlatıcı gelebiliyor. Raising the Bar tam da bu ihtiyaca konuşuyor: sporu bir karakter eğitimi, eğitimi ise özgürleşmenin ilk eşiği olarak okuyan, dönemi titizlikle kurarken seyirciyi büyük laflarla değil, doğru ölçüyle ikna eden bir yapım. “Underdog” spor filmlerinin sevilen mirasını —Chariots of Fire, McFarland, USA hattını— hatırlatıyor ama yerel olanı evrensele bağlayan ayrıntılarıyla kendi yerini açıyor. Finalde tribünlerden yükselen alkış kadar, sınıfta açılan bir defterin sesi de duyuluyor; çünkü film bize, bazen en büyük sıçrayışın minderde değil, bir sınıf kapısından içeri atılan küçük adımla başladığını fısıldıyor.