Robert Redford sinema sahnesinden çoktan çekilmişti, ancak geriye dönüp bakıldığında onun asıl vedası, küçük bir Marvel cameo’su değil, David Lowery’nin 2018 tarihli filmi The Old Man & the Gun oldu. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan bu filmde Redford, Forrest Tucker adında yaşlı bir soyguncuyu canlandırıyordu. Silahına neredeyse hiç dokunmadan, yalnızca gülümsemesi ve nezaketiyle banka soyan bu karakter, aslında Redford’un kariyeri boyunca seyirciye sunduğu büyünün özetiydi: zarif, alçakgönüllü, ama etkileyici bir cazibe.
Kariyeri boyunca hem kamera önünde hem de arkasında bambaşka alanlarda iz bırakan Redford, All the President’s Men ile gazetecilik ideallerine ilham verdi, Ordinary People ile güçlü bir yönetmenlik çıkışı yaptı, Sundance Enstitüsü’nü kurarak bağımsız sinemanın kapılarını araladı. Ancak The Old Man & the Gun onun tüm bu mirasını tek bir karakterin içinde toplayan nadir filmlerden biri oldu. Lowery’nin melankolik ama sıcak tonu, Redford’un yaşına rağmen hâlâ taşıdığı o çocukça enerjiyi öne çıkarıyordu.
Film, sadece bir suç hikâyesi değil, aynı zamanda iki ikonun – Redford ve Sissy Spacek’in – ekrandaki zarif dansıydı. Tucker ile Jewel arasındaki sahneler, romantik komedilerin en saf anlarını hatırlatacak kadar tatlı, ama aynı zamanda hayatın ağırlığını da hissettirecek kadar kırılgandı. Yan rollerde Casey Affleck ve Danny Glover gibi isimler vardı, fakat gözler her daim Redford’un üzerindeydi. Çünkü onun varlığı, filmin atmosferine efsanevi bir sıcaklık katıyordu.
Son sahnede Tucker’ın tekrar yakalanırken yüzünde beliren gülümseme, aslında Redford’un sinemaya bıraktığı selam niteliğindeydi. Hayat boyu rollerinde olduğu gibi, kendi kariyerinde de “gülümseyerek” yoluna devam eden bir aktörün veda anıydı bu. The Old Man & the Gun, yalnızca bir karakterin değil, aynı zamanda sinema tarihinin en büyük yıldızlarından birinin hafif ama unutulmaz vedası olarak kaldı.