Akıştasın: Kill The Jockey (2024) — Bir Jokeyin Düşüşü ve Yeniden Doğuşun Halüsinatif İzleri

Yükleniyor
svg

Kill The Jockey (2024) — Bir Jokeyin Düşüşü ve Yeniden Doğuşun Halüsinatif İzleri

Eylül 16, 20254 dk okuma süresi

Luis Ortega’nın imzasını taşıyan Kill the Jockey (El Jockey), Buenos Aires’in hem tozlu hipodromlarında hem de neon ışıklı gecelerinde dolaşan bir düşüş ve yeniden doğuş hikâyesi anlatıyor. Film, bir zamanların parlak jokeyi Remo Manfredi’nin hayatının hızla çöküşe sürüklenişini takip ediyor. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, sömürücü bir patrona bağlılık ve sonunda ölümle sonuçlanan bir yarış kazası, Remo’yu hem fiziksel hem de ruhsal olarak uçurumun eşiğine getiriyor. Komadan çıktığında hastaneden kaçarak sokaklara düşen Remo, eski kimliğini geride bırakıyor, Dolores adını alıyor, bir kürke bürünüyor ve toplumun dayattığı kalıplardan koparak kimliğin, cinsiyetin ve aidiyetin sınırlarını sorgulayan bambaşka bir yolculuğa çıkıyor.

Nahuel Pérez Biscayart, Remo’nun bu dönüşümünü kırılganlık ve meydan okuma arasında gidip gelen güçlü bir performansla taşıyor. Onun bedenindeki yorgunluk, yüzündeki kararsızlık ve Dolores’e geçişteki cesaret, karakterin parçalanmış ruhunu seyirciye neredeyse dokunulabilir kılıyor. Yanında Abril var; hamile, başarılı bir jokey olarak kendi hayatını kurmuş ama Remo’nun kayboluşuyla onun peşine düşmekten de vazgeçmeyen bir kadın. Bu bağ, filmin duygusal omurgasını oluşturuyor ve sadakatle ihanet arasındaki ince çizgide sürekli sınanıyor.

Ortega’nın yönetimi, hikâyeyi düz bir spor draması olmaktan çıkarıp sürreal bir yolculuğa dönüştürüyor. Hipodromdaki çarpıcı yarış sahneleri, hastane kaçışı, gece kulüpleri, terk edilmiş sokaklar ve beklenmedik dans sekansları, Buenos Aires’i hem cazibeli hem de boğucu bir mekâna dönüştürüyor. Görüntü yönetmeni Timo Salminen’in neon ışıklarıyla dokunan şehir atmosferi, Remo’nun zihinsel dağınıklığını görsel bir deneyime çeviriyor. Film bir yandan bağımlılığın ve kaybın girdabını anlatırken, diğer yandan kimlik arayışını ve yeniden var olma çabasını, izleyiciyi de bu halüsinatif atmosfere çekerek işliyor.

Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve Arjantin’in Oscar adayı olarak seçilen Kill the Jockey, hem cesur kimlik anlatısı hem de sinematografik gösterişiyle festival yolculuğunda dikkat çekti. Eleştirmenler Biscayart’ın dönüşümünü yılın en unutulmaz performanslarından biri olarak övdü; filmin kasıtlı olarak dağınık yapısı ve sembolizme yaslanması ise kimilerine göre cesur, kimilerine göre yorucu bulundu. Ancak çoğunluk, Ortega’nın anlatısını bir “atı sırtında görülen ateşli bir kabus” olarak tanımladı ve sinemanın sınırlarını zorlayan bu yolculuğun hafızalara kazınacağını vurguladı.

Sonuçta Kill the Jockey, sporun parıltılı yüzeyinin altına bakarak şöhretin çöküşünü, bağımlılığın açmazını ve yeniden doğuşun sancılarını anlatıyor. Hem kişisel hem toplumsal düzeyde, erkeklik ve kimlik üzerine kurulu kalıpları sarsıyor ve izleyicisine acımasız ama özgürleştirici bir deneyim sunuyor. Ortega, bu filmiyle yalnızca bir karakterin değil, bir şehrin ve bir kültürün de değişken ruhunu perdeye taşımayı başarıyor.

Bu haber adada kalmaya devam etsin mi?

0 People voted this article. 0 Upvotes - 0 Downvotes.
Yükleniyor
svg