Kronik bir hastalığın pençesinde olan İngiliz ressam Edward Burra (1924-2005), hayatının büyük bir bölümünü yetiştirilme tarzından kaçarak geçirdi. Güney İngiltere’nin üst sınıflarından gelen ve uslu görünüşlü bir sanatçı olmasına rağmen, tüm hayatı boyunca “tuhaflığın şokunu” deneyimlemek, “ahlaksız, yasaklanmış ve onaylanmayan şeylerin çekiciliğini” kucaklamak istedi. Bu arayış onu, aylarca evden haber vermeden uzak kalmaya itti; önce Paris’e, sonra İspanya’ya, ABD’ye ve Meksika’ya gitti.
Müzik, Hız ve İsyanın Tuvali
Tate Britain‘deki, sanatçının yaşam boyu yaptığı en iyi çalışmalardan oluşan, kronolojik olarak düzenlenmiş sergisini gezerken, havada Edward’ın çok sevdiği jazz müziğinin yankılarını duyuyorsunuz. Serginin bir bölümünde duvara dizilmiş siyah plaklar ve efemera (geçici belgeler) ile sanatçının Harlem yıllarında bu müziğin ne kadar etkileyici olduğunu hissedebiliyorsunuz.
Burra’nın tabloları da tıpkı kendisi gibi, geleneklerden ve saygınlıktan hızla uzaklaşıyor. Çoğu, kalabalık figürlerle dolu; o tatlı terin kokusunu, baş döndürücü heyecanı ve tüm o çılgın kıvrımları neredeyse hissedebiliyorsunuz. Figürlerin uzuvları genellikle pnömatik bir şekilde bükülmeye meyilli, sanki şişirilebilir nesneler gibiler. Parmaklar uzatılmış ve kauçuksu bir hal almış. Yüz hatları, insanlık dışı, maske benzeri şekillere sıkıştırılmış. O kadar çok makyajla kaplanmışlar ki, bu duruş ve pozların fantezisinin nerede başlayıp bittiğini anlamak zor.
Mizah, Erotizm ve Savaşın Gölgesi
Sanatçının fırçasını kullandığı fantezilerde yüzen bu varlıklar, alkolün tepsilerden döküldüğü seksi, gece geç saat ortamlarında filizleniyorlar. Kim yaşıyor tüm bu tehlikeli dudak bükülmüş arzuların içinde? Bu, hızla işlenmiş erotik bir kışkırtma, hicivle hafifçe harmanlanmış bir sürrealizm. Burra tüm bunları kaydediyor, insanlarının ve sahnelerinin tuhaflığından zevk alıyor. Tabii ki, her şeyi bu kadar çarpıtan da kendisi. “The Two Sisters” (1929) adlı eserin tuhaf suratlarına veya “Balcony Toulon” (1929) eserindeki parodik güvensizliğe yakından bir göz atın. New York’ta ise Harlem’in gece hayatına anında aşık oluyor; “Savoy Ballroom, Harlem” (1934) adlı eserinde tadına varılacak ne kadar da görkemli sarılmalar var!
Ancak İspanya İç Savaşı’nın kargaşası, ölüm ve karmaşası arasında, resimlerinin ruh hali ve renk paleti kararıyor. İnsan figürü anonimleşmeye ve mekanikleşmeye başlıyor. Savaş bu resimlerin üzerine bir gölge gibi çöküyor ve iskeletlere hayranlık duymak için açık mezarlara bakıyoruz.
Yorgun Bir Dönüş ve Kalıcı Bir Miras
Sonunda İngiltere’ye döndüğünde, endüstrinin dumanına ve işçi sınıfı sokak hayatının cesaretine bir tepki vermeye çalışıyor. Kabadayılar, bir sahnede sert performansçılar gibi hep birlikte hareket ediyor. Ancak bu son dönem tabloları, eski enerjisini yitirmiş gibi; eski canlılığı kalmamış. Burra artık yeterince derine inemiyor.
Edward Burra sergisi, Tate Britain‘da 19 Ekim’e kadar devam ediyor. Sanatçının hayatından kesitleri kronolojik olarak sunan bu sergi, alışılmadık olanda güzelliği ve hicivli olanı bulan bir ressamın mirasına dair düşünmek için eşsiz bir fırsat sunuyor.