Londra’daki Xxijra Hii galerisinde açılan ve sanatçının bu mekandaki ilk kişisel sergisi olan “Choice Dirt” ile Richard Dean Hughes‘un büyüleyici dünyasına adım attık. Sergi, sanatçının varoluşun ham maddesi üzerine yaptığı derin bir meditasyon olarak karşımıza çıkıyor. Serginin adından da anlaşıldığı gibi, “Choice Dirt” hem ayaklarımızın altındaki somut toprağı hem de mirasın, çatışmanın, maneviyatın ve özlemin bir araya geldiği kavramsal bir alanı ifade ediyor. Burada, bir şeylerin başladığı ve gömüldüğü o gizemli alandayız.
Işığın ve Anıların Arkeolojisi
Hughes’un eserleri, adeta oluşum, erozyon ve belirsizlik arasında sıkışıp kalmış gibi duruyor. Sergi, bizleri sadece nerede olduğumuzu değil, buraya nasıl geldiğimizi ve gerçekten evde olup olmadığımızı sorgulatan, yaşanmış deneyimin değişen bir arkeolojisine davet ediyor. Sanatçı, geçmiş ile bugünün nasıl çarpıştığını araştırıyor ve heykel ile ışığın bu ağırlığı nasıl taşıdığını gösteriyor.
Sergide ışık, sadece bir süsleme unsuru değil, aynı zamanda yapısal bir güç olarak öne çıkıyor. “Embering” adlı eserde, aydınlatma bizzat zamanın kendisi haline geliyor; ölümlülük ve hafıza arasında titreyerek, tamamlanmamış olanın duygusal gerçeğine dokunuyor. Eser, Michelangelo’nun kendi mezarı için tasarladığı, ancak tamamlanmadan bırakılan ve sonrasında kişisel bir hüsran anıyla bilerek zarar verdiği Bandini Pietà heykelini çağrıştırıyor. Ustanın çöküşle, şüpheyle ve geçicilikle yüzleşirken duyduğu o ham duygu, Hughes’un piyano’yu hem bir kalıntı hem de bir portal olarak ele alış biçiminde yankılanıyor. Rezonans için yapılmış bir nesnenin içine sessizce bir ölümlülük hissi yerleşiyor. Piyano, içindeki müzik potansiyeliyle bir yansıma alanına dönüşüyor; varlığı domestik, ama atmosferi ruhani. Işık, bir zamanlar yontulduğu meşe ağacından geçiyormuş gibi onun içinden hareket ediyor ve ağacın canlı olduğu bir vizyonu, zamanı üst üste binen anlar halinde canlandırıyor. Eser, geçmişi, bugünü ve benliği birleştiriyor: izleyiciyi, tarihi uzak bir şey olarak değil, içsel ve sürekli bir şey olarak hisseden atalardan kalma bir tanık rolüne davet ediyor.
Beden, Vazo ve Manzara Arasında
Serginin diğer bölümlerinde ise, “Super Tuscan” ve “Soltrace” gibi eserlerde beden, vazo ve manzara arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Hughes’un alametifarikası olan vazolar, antik amforalara gönderme yapıyor. Yıpranmış ve yerinden edilmiş olsalar da, kadim işlevsellikten beslenen çağdaş süreçlerle dönüştürülmüşler. Maskeler, hem bir turist hem de bir zaman yolcusunu, hem bir doğurganlık figürünü hem de parçalanmış bir benliği anımsatan, hayali yolculukların fiziksel etkilerini izliyor. “Super Tuscan”, izleyiciyi aktif ve yönlü bir güçle mekana çekiyor, maskeden geçerek “Embering”in portallarına yönlendiriyor. Bu formlar ne varıyor ne de ayrılıyor – askıda duruyorlar ve bir sona veya durmaya işaret etmeyen bir hareketi ima ediyorlar.
“Tundra” ve “I Don’t Know Clouds at All” gibi eserler, manzara ve zaman içinde dayanmanın ne anlama geldiğini araştırıyor. “Tundra”da, bir baget ekmeği, çürüme, sindirim ve ulaşılamayan arzuyu anımsatan abartılı damlalarla işaretlenmiş bir gerilim alanı haline geliyor. Çatlak yüzeyi, kavrulmuş veya donmuş bir araziyi andırarak, yaşanmaz bir manzaranın topografik bir haritasını çağrıştırıyor. Mantel’in “Wolf Hall” adlı eserindeki yemek tasvirlerinden esinlenen bu çalışma, sadece beslenmeye değil, aynı zamanda bağlantı ve güç arzusuna dair insani açlığı da dile getiriyor. “I Don’t Know Clouds at All”, bu fikirleri daha soğuk, daha atmosferik bir düzleme taşıyor. Bir gazete düzleminde duran ve yapraklarla çevrili olan eser, yazılı tarihin aynı mantığından yola çıkıyor; bizi zaman ve mekanda konumlandırmaya çalışan işaretler. Her iki çalışma da, maddi ve dilin, özlemini duyduğumuz ama tam olarak tutamadığımız şeyler için kodlar olarak işlediği yoklukla şekillenen manzaralarda geziniyor.
Hughes’un pratiği, sürekli olarak ikiliklerle uğraşıyor: yapılan ve yapılmayan objeler, aynı anda hem evcil hem de kutsal olan formlar, hem sağlam hem de spekülatif olan fikirler. Sergi boyunca, istikrarsızlığın içinde bir denge arayışı ve psişik bir kazı hissi hakim. Miras, atalar ve kaygı temaları, her eserde bir akışkan dünyayı ve aidiyet, amaç ve zamanla derin bir içsel hesaplaşmayı yansıtıyor. “Choice Dirt”, zamanın istikrarsız ve varoluşun bulanık olduğu bir alan sunuyor. Anıların toprağı şekillendirdiği ve “olabileceklerin” çekim gücünün yüzeyin altında sessizce durduğu bir yer burası. Anlamın asla sabit olmadığı ve yeniden keşfin hem gerekli hem de kaçınılmaz olduğu bir yer. Hughes, bize kesin cevaplar sunmuyor; bunun yerine, geçmişin ağırlığı ile bugünün belirsizliğinin bir arada var olduğu ve anlamın yavaşça, toprağın içinden süzülen su gibi aktığı bir alan yaratıyor.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak