İyi kurgulanmış bir cinayet gizeminin albenisi, sinemanın ve edebiyatın en dayanıklı cazibe merkezlerinden biri olmuştur. Türün altın çağını başlatan Agatha Christie, G.K. Chesterton ve Nicholas Blake gibi ustalar, yanıltıcı izler (o meşhur “red herring”ler), tekinsiz mekanlar (izole adalar, görkemli ama kasvetli konaklar) ve elbette zeki dedektif arketipi gibi türün DNA’sına işlemiş kodları miras bıraktı. Kenneth Branagh’ın şatafatlı Christie uyarlamaları veya Rian Johnson’ın Benoit Blanc karakteriyle getirdiği postmodern soluk, bu mirasın günümüzdeki popülerliğini perçinliyor. Özellikle Johnson’ın 2019 tarihli “Bıçaklar Çıktı” (Knives Out) filmi, yıldızlarla dolu kadrosu, keskin mizahı ve klasik whodunnit formüllerini modern bir sinematografiyle yeniden paketleyerek türü adeta yeniden canlandırdı ve gişede fırtınalar estirdi.
Ancak, “Bıçaklar Çıktı”nın göz kamaştırıcı başarısının gölgesinde, ondan sadece iki yıl önce sessiz sedasız vizyona giren bir başka yıldızlarla dolu Christie uyarlaması neredeyse unutuldu: “Çarpık Ev” (Crooked House). Peki, bu göz ardı ediliş bir talihsizlik mi, yoksa filmin sinematik zaaflarının kaçınılmaz bir sonucu mu? İnternet forumları ve eleştirmen yorumları bu konuda pek de affedici değil.
Agatha Christie’nin 1949 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan “Çarpık Ev”, Leonides ailesinin üç neslini kapsayan, entrika ve karanlık sırlarla örülü bir gizem vaat eder. Aile reisinin ani ölümü ve her bir aile üyesinin potansiyel birer şüpheliye dönüştüğü bu yapı, Rian Johnson’ın “Bıçaklar Çıktı”sına ilham vermiş olabilecek pek çok tematik yankı taşır. Gilles Paquet-Brenner yönetmenliğindeki 2017 adaptasyonu, kağıt üzerinde bu zengin materyale sadık kalma çabasında. Leonides Malikanesi’nin göz alıcı prodüksiyon tasarımı, dönemin atmosferini yansıtma potansiyeli taşısa da, sinematografik anlatı çoğu zaman bu mekanları karakterler kadar canlı kılmakta yetersiz kalıyor.
Film, özel dedektif Charles Hayward (Max Irons) ve Scotland Yard Müfettişi Taverner (Terence Stamp) ekseninde ilerlerken, Leonides ailesinin birbirinden renkli ama bir o kadar da şüpheli üyeleriyle (Glenn Close, Gillian Anderson gibi usta isimlerin canlandırdığı) tanışıyoruz. Ancak, “Çarpık Ev”, Christie’nin ustaca ördüğü kurgusal gerilimi perdeye taşımakta zorlanıyor. Pek çok izleyicinin ve eleştirmenin de belirttiği gibi, film, karakterler arasındaki kimyayı ve artan şüphe atmosferini yeterince derinleştiremiyor. Tempo sorunları ve diyalogların zaman zaman mekanikleşmesi, vaat edilen gizemin etkisini zayıflatıyor.
“Bıçaklar Çıktı”nın başarısı, sadece yıldızlarla dolu bir kadroyu bir araya getirmekten değil, aynı zamanda Rian Johnson’ın keskin senaryosu, dinamik rejisi ve karakterlere kattığı canlılıktan ileri geliyordu. “Çarpık Ev” ise, Christie’nin karmaşık olay örgüsünü aktarmaya çalışırken, sinematik bir ruh ve özgün bir vizyon katmakta yetersiz kalıyor. Katilin kimliğinin açıklandığı final sekansı bile, Christie romanlarındaki o tatmin edici “her şey yerine oturdu” hissini veremiyor; aksine, bazı yorumculara göre aceleye getirilmiş ve duygusal derinlikten yoksun bir çözüm sunuyor.
Sonuç olarak, “Çarpık Ev”, Agatha Christie’nin romanına aşina olanlar için belki bir nebze nostaljik bir tat sunabilir. Ancak genel sinema seyircisi ve eleştirmenler nezdinde, özellikle “Bıçaklar Çıktı” gibi parlak bir örneğin hemen ardından değerlendirildiğinde, potansiyelini tam olarak kullanamamış, atmosfer yaratmada ve gerilimi tırmandırmada sınıfta kalmış bir yapım olarak hatırlanıyor. Hatta daha önceki başarılı radyo uyarlamasıyla kıyaslandığında, bu sinematik denemenin ne denli yavan kaldığı daha da belirginleşiyor. Bir cinayet gizeminin sadece “kim yaptı?” sorusundan ibaret olmadığını, aynı zamanda “nasıl anlatıldığıyla” da ilgili olduğunu acı bir şekilde gösteriyor.
Aklında bir şey mi var?
Yorumları göster / Yorum bırak